İlk öyküye adını veren Amok kelimesi Endonezya kültüründen gelmektedir ve bir tür sarhoşluk durumunu ifade eder, bu durumda olan kişi engellenemez kör bir öfke ile sadece düşmanına değil, önüne çıkan herkese Malezyalılara özgü yılan şeklinde Kris adı verilen bir hançerle saldırır, “ kan kokusu onu daha da çıldırtır, dudaklarından köpükler taşar, çıldırmış biri gibi ulur; koşar, koşar, koşar, sağa sola bakmadan, tiz çığlıklar atarak elinde kanlı hançeri, korkunç koşusuna devam eder. Köylerdeki insanlar bir Amok koşucusunu hiçbir gücün tutamayacağını bilirler. O nedenle böyle biri yaklaştığında bağırarak önceden uyarırlar: Amok! Amok! Ve herkes kaçar, ama Amok koşar, hiçbir şey duymaz, hiçbir şey görmez, koşar, önüne çıkanı devirir, ta ki biri onu kuduz bir köpeğe yapıldığı gibi silahla vuruncaya kadar ya da kendisi ağzından köpükler saça saça düşüp ölünceye kadar.”
İkinci öyküde ise, Yahudi asıllı Galiçyalı bir sahafın sade bir o kadar da iç burkan hikâyesinde Zweig eşsiz anlatımıyla sıradan bir öyküyü adeta devleştiriyor. Sadece kitaplardan oluşan dünyasında kendi halinde yaşayan, inanılmaz bir hafızaya sahip Mendel sadece bir sahaf değil bir kitap antikacısıdır. Kitapları dışında hiçbir şeyle ilgilenmediği için I. Dünya Savaşı'nın patlak verdiğini fark etmez bile. Fark ettiğinde ise çok geçtir.
Komorn yakınlarındaki Rus sivil savaş tutuklularının kaldığı bir toplama kampında geçirdiği iki yıl, yüz binlerce kitabın ismini, yayın yılı, yeri, eski ve yeni fiyatını ezbere bilen, inanılmaz hafızaya sahip Mendel'den çok şey götürür. Savaştan, kavgadan tamamen uzak olmasına rağmen Birinci Dünya Savaşı sırasında gönderildiği toplama kampında yaşadıkları sonrasında bir daha eski haline dönemeyen Mendel ile Zweig adeta kısa bir süre sonra patlak verecek İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında kendi yaşayacaklarını önceden seziyor, Mendel'in sonunda kendi sonunu görüyor.