Yok edilenler ise az buçuk da olsa bir kültür geleneğine, toplumun oluşturduğu alışkanlıklara dayanan olumlu yanlar... Yarım yüzyıl önceleri İstanbul'a gelen taşralı, bir nesil sonra büyük kentli olurdu. Giyimiyle, alışkanlıklarıyla, diliyle ve kafasıyla. Son elli yılda İstanbul'a saldırı bir başka olguyu gerçekleştirdi. İstanbul taşra oldu... Yerleşik düzene ayak uyduramamış ve gerçek anlamıyla üretici olamamış bir toplum yapısını hâlâ aşamadığımız gerçeği gözler önünde. Günümüz İstanbul'u ikiye bölünmüş bir toplumun çalkantılarını ve bunalımlarını yaşıyor. Kentin yetmiş-seksen yıllık geçmişi, toplum yapısı değişiminin bir panoramasıdır.
Günümüz İstanbulu'nda yan sokakların beton barınaklarına tıkılmış insanlar doğadan öylesine uzaklaşmış ki, ne yeşil ne çiçeklerin renk cümbüşü ne de kuş cıvıltıları var! Kara suratlı eski tahta evlerin yan sokaklarında, çeşmebaşı dedikoduları, mahalle kahvesi yarenlikleri, semt tulumbacı reisinin yazları karpuz sergileri, çıkmaz sokaklarda ya da cami avlusunda alı al, moru mor çiftkale ayaktopu tekmeleyen çocukların sevinç çığlıkları vardı.
İstanbul ilkyazlarının en güzeli Boğaziçi'nde yaşanırdı. Ancak o ilk ilkyazların yaşandığı korular, koylar, yamaçlar hoyratça yok edildi. Bir yeryüzü cenneti, yüksek mimarlar, kent planlamacıları ve belediyeler eliyle yok kemirildi.
Zaman geçiyor. Kişiler ve kişilerin ölümlü yanlarıyla. Ne var ki, arkada bir şeyler kalıyor. İzler... Arkada bırakılmış yılları bir arada düşündükçe, hüzün ile sevinç karışımı bir şeyler anımsıyor musunuz?
Arkada bıraktığımız yıllarla hesaplaşınca, ağır basan sevindiriyor mu, üzüyor mu? Önemli olan bu. Pablo Neruda'nın sözlerini kullanarak: ‘Gönlümce yaşadım!' diyebilirim. Her şeye karşın.” -Burhan Arpad (Arka kapaktan)
Yok edilenler ise az buçuk da olsa bir kültür geleneğine, toplumun oluşturduğu alışkanlıklara dayanan olumlu yanlar... Yarım yüzyıl önceleri İstanbul'a gelen taşralı, bir nesil sonra büyük kentli olurdu. Giyimiyle, alışkanlıklarıyla, diliyle ve kafasıyla. Son elli yılda İstanbul'a saldırı bir başka olguyu gerçekleştirdi. İstanbul taşra oldu... Yerleşik düzene ayak uyduramamış ve gerçek anlamıyla üretici olamamış bir toplum yapısını hâlâ aşamadığımız gerçeği gözler önünde. Günümüz İstanbul'u ikiye bölünmüş bir toplumun çalkantılarını ve bunalımlarını yaşıyor. Kentin yetmiş-seksen yıllık geçmişi, toplum yapısı değişiminin bir panoramasıdır.
Günümüz İstanbulu'nda yan sokakların beton barınaklarına tıkılmış insanlar doğadan öylesine uzaklaşmış ki, ne yeşil ne çiçeklerin renk cümbüşü ne de kuş cıvıltıları var! Kara suratlı eski tahta evlerin yan sokaklarında, çeşmebaşı dedikoduları, mahalle kahvesi yarenlikleri, semt tulumbacı reisinin yazları karpuz sergileri, çıkmaz sokaklarda ya da cami avlusunda alı al, moru mor çiftkale ayaktopu tekmeleyen çocukların sevinç çığlıkları vardı.
İstanbul ilkyazlarının en güzeli Boğaziçi'nde yaşanırdı. Ancak o ilk ilkyazların yaşandığı korular, koylar, yamaçlar hoyratça yok edildi. Bir yeryüzü cenneti, yüksek mimarlar, kent planlamacıları ve belediyeler eliyle yok kemirildi.
Zaman geçiyor. Kişiler ve kişilerin ölümlü yanlarıyla. Ne var ki, arkada bir şeyler kalıyor. İzler... Arkada bırakılmış yılları bir arada düşündükçe, hüzün ile sevinç karışımı bir şeyler anımsıyor musunuz?
Arkada bıraktığımız yıllarla hesaplaşınca, ağır basan sevindiriyor mu, üzüyor mu? Önemli olan bu. Pablo Neruda'nın sözlerini kullanarak: ‘Gönlümce yaşadım!' diyebilirim. Her şeye karşın.” -Burhan Arpad (Arka kapaktan)