20. yüzyılın sonunda hâlâ sömürülenleri, ezilenleri düşünüyorum. Yeniden hortlayan düpedüz eski tip sömürgeciliği. Ve "Yeni Dünya Nizamı "nı. Nereden gelip nereye gidiyor dünya? Kafamda burgulanıp duran bir soru bu. "Peki ya sen?" diyorum kendi kendime, "Sen nereden gelip nereye gidiyorsun?" "Kimin haberi var bundan?" "Oğulların bile bilmez özünde kimsin, neyi nasıl yaşadın?"
Öyle hızlı, öyle dolu idi ki yaşamımız çocuklarımla bile doğru dürüst halleşmek fırsatını bulamadım hiçbir zaman. Tam da ergin insanlar gibi konuşup tartışabileceğimiz, yardımlaşabileceğimiz yaşa geldiler son gelen vartada sürgünlük düştü payımıza bu kez, Nâzım'ın "zor meslek" dediği sürgünlük. Köprüler onarılamadı gitti, büsbütün koptuk birbirimizden. Bu yaban ellerde yitip gitmek de var bir günün biri. İçin için kemiriyor insanı "memleketi bir daha görememek ihtimali". Bir iz, çarpıtılmamış gerçek bir kalıt bırakmadan gitmeye gönül razı olamıyor nedense. Ben de bu 1990 yılının l Mayıs günü kendi kendime tartışıp durduğum zor bir işe girişmeye karar veriyorum: Yaşamımı yeniden yaşayacağım, onu yazarak. Böylelikle, bir anlamda bu gurbetten de kurtulmuş olacağım. Ve zorlayıcı bir belge olarak bu düşüncemi not ediyorum şimdi.
Niyetim dikkatleri üzerime çekmek değil elbette. Bu, daha başlamadan beni ürkütüyor bile. Ama en başta çocuklarıma, yakınlarıma, dostlarıma sonra da merak edenlere, hatta belki de ezilen ve sömürülen yığınların kurtuluşu uğruna savaşımı sürdürecek ülkemiz gençlerine bir yaşam hikâyesi borcum olsa gerek diye kendimi yüreklendiriyorum. "Her şeye karşın mutlu yaşadım" inancımı da paylaşmak istiyorum belki.
Üstelik benim hakkımda birçok kişi konuştu kırk yıldır hatta yazanlar da oldu. Ben hep sustum. Eş dost çevresinde de. Belki benim de bir şeyler söylemem gerekir diyorum. Ama artık kemikleşmiş olan suskunluğumu kırabilecek miyim ve yazmayı sonuna kadar götürebilecek miyim bilmiyorum. Göreceğiz.
Bir kahramanlık hikâyesi olmayacak bu elbette. Hatta politikanın ağır basacağını uman okuyucu hayal kırıklığına uğrayacaktır belki de. Polemik yazmak niyetinde değilim. Burada teoriler geliştirmeyi de düşünmüyorum. Türkiye'nin Marksist devrimci hareketini bir ucundan gücü yettiğince tutmuş dürüst bir insanın, bir insan olarak ve özellikle de Türkiyeli bir kadın olarak yaşamını, kişiliğini oluşturan öğeleri de dikkate alarak, yalın bir biçimde anlatmağa çalışacağım.
Yaşadığım dönemin devrimci tarihini aydınlatmak, Türkiye'nin devrimci hareketinin tarihini belgelemek gibi iddialı bir amacım yok. Yaşadığım altmış beş yıl içinde gerek Türkiye'de gerekse dünyada pek çok olaylar oldu ve değişiklikler gerçekleşti. Bunlar benim yaşamımı da etkiledi elbette. Kimileri çok derin izler bıraktı bende. Dolayısıyla okuyucuya ilginç gelebilir. Her insanın yaşamı, insan olmakla, kulak kabartılmaya değer diyorum. Yeter ki yüreğini koyarak bunu sunmayı bilsin. Ama ben yazarlık konusunda da başarı vaat edemiyorum. Üstelik de sürgünlük yaşamının, geliştirilememiş bir dille kendini ifade etme zorunluluğu yüzünden insanın düşünce ve duygularını dile getirme yeteneğini kısıtladığının, yani insanı kısırlaştırıp gerilettiğinin bilincindeyim.
20. yüzyılın sonunda hâlâ sömürülenleri, ezilenleri düşünüyorum. Yeniden hortlayan düpedüz eski tip sömürgeciliği. Ve "Yeni Dünya Nizamı "nı. Nereden gelip nereye gidiyor dünya? Kafamda burgulanıp duran bir soru bu. "Peki ya sen?" diyorum kendi kendime, "Sen nereden gelip nereye gidiyorsun?" "Kimin haberi var bundan?" "Oğulların bile bilmez özünde kimsin, neyi nasıl yaşadın?"
Öyle hızlı, öyle dolu idi ki yaşamımız çocuklarımla bile doğru dürüst halleşmek fırsatını bulamadım hiçbir zaman. Tam da ergin insanlar gibi konuşup tartışabileceğimiz, yardımlaşabileceğimiz yaşa geldiler son gelen vartada sürgünlük düştü payımıza bu kez, Nâzım'ın "zor meslek" dediği sürgünlük. Köprüler onarılamadı gitti, büsbütün koptuk birbirimizden. Bu yaban ellerde yitip gitmek de var bir günün biri. İçin için kemiriyor insanı "memleketi bir daha görememek ihtimali". Bir iz, çarpıtılmamış gerçek bir kalıt bırakmadan gitmeye gönül razı olamıyor nedense. Ben de bu 1990 yılının l Mayıs günü kendi kendime tartışıp durduğum zor bir işe girişmeye karar veriyorum: Yaşamımı yeniden yaşayacağım, onu yazarak. Böylelikle, bir anlamda bu gurbetten de kurtulmuş olacağım. Ve zorlayıcı bir belge olarak bu düşüncemi not ediyorum şimdi.
Niyetim dikkatleri üzerime çekmek değil elbette. Bu, daha başlamadan beni ürkütüyor bile. Ama en başta çocuklarıma, yakınlarıma, dostlarıma sonra da merak edenlere, hatta belki de ezilen ve sömürülen yığınların kurtuluşu uğruna savaşımı sürdürecek ülkemiz gençlerine bir yaşam hikâyesi borcum olsa gerek diye kendimi yüreklendiriyorum. "Her şeye karşın mutlu yaşadım" inancımı da paylaşmak istiyorum belki.
Üstelik benim hakkımda birçok kişi konuştu kırk yıldır hatta yazanlar da oldu. Ben hep sustum. Eş dost çevresinde de. Belki benim de bir şeyler söylemem gerekir diyorum. Ama artık kemikleşmiş olan suskunluğumu kırabilecek miyim ve yazmayı sonuna kadar götürebilecek miyim bilmiyorum. Göreceğiz.
Bir kahramanlık hikâyesi olmayacak bu elbette. Hatta politikanın ağır basacağını uman okuyucu hayal kırıklığına uğrayacaktır belki de. Polemik yazmak niyetinde değilim. Burada teoriler geliştirmeyi de düşünmüyorum. Türkiye'nin Marksist devrimci hareketini bir ucundan gücü yettiğince tutmuş dürüst bir insanın, bir insan olarak ve özellikle de Türkiyeli bir kadın olarak yaşamını, kişiliğini oluşturan öğeleri de dikkate alarak, yalın bir biçimde anlatmağa çalışacağım.
Yaşadığım dönemin devrimci tarihini aydınlatmak, Türkiye'nin devrimci hareketinin tarihini belgelemek gibi iddialı bir amacım yok. Yaşadığım altmış beş yıl içinde gerek Türkiye'de gerekse dünyada pek çok olaylar oldu ve değişiklikler gerçekleşti. Bunlar benim yaşamımı da etkiledi elbette. Kimileri çok derin izler bıraktı bende. Dolayısıyla okuyucuya ilginç gelebilir. Her insanın yaşamı, insan olmakla, kulak kabartılmaya değer diyorum. Yeter ki yüreğini koyarak bunu sunmayı bilsin. Ama ben yazarlık konusunda da başarı vaat edemiyorum. Üstelik de sürgünlük yaşamının, geliştirilememiş bir dille kendini ifade etme zorunluluğu yüzünden insanın düşünce ve duygularını dile getirme yeteneğini kısıtladığının, yani insanı kısırlaştırıp gerilettiğinin bilincindeyim.