#smrgKİTABEVİ Huysuz Büyüyor Bari - 2014

Kondisyon:
Yeni
Basıldığı Matbaa:
Melisa Matbaacılık
Dizi Adı:
Türk Edebiyatı
ISBN-10:
6051417738
Kargoya Teslim Süresi:
1&3
Stok Kodu:
1199169697
Boyut:
14x20
Sayfa Sayısı:
270 s.
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2014
Kapak Türü:
Karton Kapak
Kağıt Türü:
3. Hamur
Dili:
Türkçe
Kategori:
indirimli
99,83
Havale/EFT ile: 96,84
Siparişiniz 1&3 iş günü arasında kargoda
1199169697
555822
Huysuz Büyüyor Bari -        2014
Huysuz Büyüyor Bari - 2014 #smrgKİTABEVİ
99.83
O tatlı ama huysuz küçük kız, “olağan”daki absürdü gören, onu da ironiyle deşen bir genç kız şimdi. Hayat, ilişkiler, 80'ler, siyaset ve sanattan yansıyanlar, yine Huysuz'un diliyle, serinin bu ikinci romanında.

Vivet Kanetti, elinden tutup 17'sine getirdiği Huysuz'la birlikte 80'lerde o evden bu eve, şu masadan bu masaya dolanıp Türkiye'yi dinlememizi sağlıyor.

Balıkçı koca bizim çevredeki kadınların ortak fantezisiydi, neredeyse babaannemin bile. Filiz belli aralıklarla sayıklardı: “Ah şöyle dağ ile deniz arasına sıkışmış bir İtalyan köyüne çekilsem, ne dediğini anlamayacağım bir balıkçı bulsam, sadece sevişerek anlaşsak, oradaki yoksul aile çocuklarına beden eğitimi dersleri versem, şarkılar söyletsem, kızlara dikiş nakış öğretsem...” Balıkçı koca bulma hevesine annemle birlikte gördükleri ve nedense hiç unutamadıkları bir İtalyan filminde kapılmışlardı, sonra da anlata anlata, ağızdan kulağa, filmi görmüş görmemiş herkeste bir balıkçı merakını tetiklemişlerdi, küçük çevremizde...

KİTAPTAN - Evet çekici adam Filiz, ama tam da çözebilmiş değilim, nedir bulunmaz Hint kumaşlığı?

Filiz kuşku dolu gözlerini anneme dikti, çünkü birbirlerinin ciğerini biliyorlardı, bir adam kafalarında minik bir serçe yuvası kurdu mu onun sözü illa geçsin isterlerdi ve en negatif yorumlarla, ütüye hazırlanan çarşaf gibi her yanından çekiştirerek, hiç, hiç beğenmiyorlarmış gibi... Şöyle abuk, böyle boğuntu, orası çıkıntı, burası girinti... Nereden mi biliyorum? Ben de biraz öyleyim ondan. Kızların topu Öyledir belki. Dikkatimizi çekmiş, daha da çekecek birinin lafı geçsin diye, önce ona alerjikmişiz gibi yaparız. Bu sadece başkalarını değil, aynı zamanda kendini de kandırmak, bize her nedense suçluluk veren bir uyanışın dayatmasını kabullenmeden önce kendine azıcık zaman tanımaktır. Hırpalayarak hatırlamak, burun kıvırarak hatırlamak, varlığını iterek onu çağırmak... Bir şeylerle oynamaya başlamak: kayıtsızlık gibi duran, hiç değilse durmaya çabalayan bir ilgiyle.

- Sakın öyle bakma bana Filiz. Dertli evladımın başı üstüne yemin ediyorum, o anlamda bir ilginin zerresini duymadım Ahmet'e, Sadece sana odaklıyım. Her şeyi bırakıp buralara geldin, kimlerle ömür geçirdiğini dert etmeyeyim mi? Yani demiyorum, vardır belki kimselerin dayanamadığı ve benim göremediğim bir cazibe noktası... Nedir peki, söylemeni bekliyorum.

- Sıkma canımı! Cazibe noktası neymiş... Sandığın şeyler değil bir kere; yani o ilk akla gelenler... O şeyler söz konusuysa eğer... kat kat cambazlarını, havada perendeler atanını tanıdım. Zaten, "Üşengecim ben" dedi, kulağınla duydun. Peki ne? Mesela... Profesör kazmasını kafaya taktığımda bir caz allamesine dönüşmüştüm ya, zaman içinde; şahitsin. Dünyasının her hücresine nüfuz edemezsem ona layık olamam gibi bir yavanlıkla... Milano'dan dönerken kumaşı az alırım, buna müzik albümleri taşırım, bavullar dolusu. Her şey ufaktan başlıyor zaten, çaktırmadan... Seni önemseyip -yani sen öyle sanıyorsun-, "Şu parçayı dikkatlice dinle bakalım" demesiyle...

Dean Martin'in sesinden "Baby it's cold outside". Dışarısı soğuk evet ve sen eriyorsun. Plaktan çıkan ses onun sanıyorsun. "So what" vardı, Miles Davis'in parçası... Ver trompeti şimdi elime, baştan sona çalayım; o derece ezberime yerleşmiş. Barışmalarda, "Dont Explain..." Peş peşe... Abbey Lincoln albümünü getirmişti, That's Him. Onu çalar, benim yelkenler o an suya iner. "Hush, now/ don't explain/ Just say you'll remain/ I'm glad you're back/ don't explain." Ne söyleyeceğimi dikte ediyor bir yandan, bakar mısın, sazlı sözlü...

O tatlı ama huysuz küçük kız, “olağan”daki absürdü gören, onu da ironiyle deşen bir genç kız şimdi. Hayat, ilişkiler, 80'ler, siyaset ve sanattan yansıyanlar, yine Huysuz'un diliyle, serinin bu ikinci romanında.

Vivet Kanetti, elinden tutup 17'sine getirdiği Huysuz'la birlikte 80'lerde o evden bu eve, şu masadan bu masaya dolanıp Türkiye'yi dinlememizi sağlıyor.

Balıkçı koca bizim çevredeki kadınların ortak fantezisiydi, neredeyse babaannemin bile. Filiz belli aralıklarla sayıklardı: “Ah şöyle dağ ile deniz arasına sıkışmış bir İtalyan köyüne çekilsem, ne dediğini anlamayacağım bir balıkçı bulsam, sadece sevişerek anlaşsak, oradaki yoksul aile çocuklarına beden eğitimi dersleri versem, şarkılar söyletsem, kızlara dikiş nakış öğretsem...” Balıkçı koca bulma hevesine annemle birlikte gördükleri ve nedense hiç unutamadıkları bir İtalyan filminde kapılmışlardı, sonra da anlata anlata, ağızdan kulağa, filmi görmüş görmemiş herkeste bir balıkçı merakını tetiklemişlerdi, küçük çevremizde...

KİTAPTAN - Evet çekici adam Filiz, ama tam da çözebilmiş değilim, nedir bulunmaz Hint kumaşlığı?

Filiz kuşku dolu gözlerini anneme dikti, çünkü birbirlerinin ciğerini biliyorlardı, bir adam kafalarında minik bir serçe yuvası kurdu mu onun sözü illa geçsin isterlerdi ve en negatif yorumlarla, ütüye hazırlanan çarşaf gibi her yanından çekiştirerek, hiç, hiç beğenmiyorlarmış gibi... Şöyle abuk, böyle boğuntu, orası çıkıntı, burası girinti... Nereden mi biliyorum? Ben de biraz öyleyim ondan. Kızların topu Öyledir belki. Dikkatimizi çekmiş, daha da çekecek birinin lafı geçsin diye, önce ona alerjikmişiz gibi yaparız. Bu sadece başkalarını değil, aynı zamanda kendini de kandırmak, bize her nedense suçluluk veren bir uyanışın dayatmasını kabullenmeden önce kendine azıcık zaman tanımaktır. Hırpalayarak hatırlamak, burun kıvırarak hatırlamak, varlığını iterek onu çağırmak... Bir şeylerle oynamaya başlamak: kayıtsızlık gibi duran, hiç değilse durmaya çabalayan bir ilgiyle.

- Sakın öyle bakma bana Filiz. Dertli evladımın başı üstüne yemin ediyorum, o anlamda bir ilginin zerresini duymadım Ahmet'e, Sadece sana odaklıyım. Her şeyi bırakıp buralara geldin, kimlerle ömür geçirdiğini dert etmeyeyim mi? Yani demiyorum, vardır belki kimselerin dayanamadığı ve benim göremediğim bir cazibe noktası... Nedir peki, söylemeni bekliyorum.

- Sıkma canımı! Cazibe noktası neymiş... Sandığın şeyler değil bir kere; yani o ilk akla gelenler... O şeyler söz konusuysa eğer... kat kat cambazlarını, havada perendeler atanını tanıdım. Zaten, "Üşengecim ben" dedi, kulağınla duydun. Peki ne? Mesela... Profesör kazmasını kafaya taktığımda bir caz allamesine dönüşmüştüm ya, zaman içinde; şahitsin. Dünyasının her hücresine nüfuz edemezsem ona layık olamam gibi bir yavanlıkla... Milano'dan dönerken kumaşı az alırım, buna müzik albümleri taşırım, bavullar dolusu. Her şey ufaktan başlıyor zaten, çaktırmadan... Seni önemseyip -yani sen öyle sanıyorsun-, "Şu parçayı dikkatlice dinle bakalım" demesiyle...

Dean Martin'in sesinden "Baby it's cold outside". Dışarısı soğuk evet ve sen eriyorsun. Plaktan çıkan ses onun sanıyorsun. "So what" vardı, Miles Davis'in parçası... Ver trompeti şimdi elime, baştan sona çalayım; o derece ezberime yerleşmiş. Barışmalarda, "Dont Explain..." Peş peşe... Abbey Lincoln albümünü getirmişti, That's Him. Onu çalar, benim yelkenler o an suya iner. "Hush, now/ don't explain/ Just say you'll remain/ I'm glad you're back/ don't explain." Ne söyleyeceğimi dikte ediyor bir yandan, bakar mısın, sazlı sözlü...

Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat