“Tarih algısı toplumsal değil siyasaldır çoğunlukla. Bizler tarihi öğrenmekle daha çok büyük olayları, büyük şahsiyetleri ve devletleri öğrenmiş oluyoruz. Sanki tarih, sadece büyük insanların, büyük devletlerin ve de büyük söylevlerin tarihidir ve olanca ağırlığı ile halk, sadece bunlar tarafından biçimlendirilmiş birer tamamlayacı öğedir.
Yakın bir zaman önce, Diyarbakır"ın önemli entelektüel simalarından olan Ramazan ERGİN tarafından kaleme alınan “Kanın Gizli Tarihi REŞO KURΔ isimli anlatı, şu üç şeyden ötürü klasik bir tarih çalışması değildir: Birincisi; yer, zaman, şahıslar ve olay örgüsü itibariyle baştan sonra gerçektir, yaşanmıştır ve belgeler ile desteklenmiştir. Yani hikayedir ama yaşanmıştır; bir tarih kitabıdır ama hikâyedir. İkincisi; bir sarayın, kralın, devletin, imparatorluğun, peygamberin vs. değil, “sokağın” tarihidir. Kitabı okuduğunuzda sokaktaki adamı görüyorsunuz, sokaktaki adamın imparatorlukla, devletle, ağayla, dünyayla vs. ilişkisini görebiliyorsunuz. Üçüncüsü; Kürt tarih yazıcılığı itibariyle emsalsizdir, ilktir ve Kürt tarihsel/toplumsal örüntülerinin, kısaca Kürt toplumunun analiz edilebilmesi için belgesel bir anlatıdır.
Kısaca kitap tarih yazıcılığı itibariyle ilgi çekicidir. Hem Kürtler"in klasik şifaî/Sözlü anlatımından izler taşır hem de belgeseldir.
Mardin"in Sürgücü aşiretinde, 19.yy"lın sonları ile 20. yy"lın başlarında gelişip yakın zamanımıza değin gelen ve oldukça sıradan bir köylü olan Reşo Kurî etrafında şekillenen olaylar anlatılmaktadır.
Kitap öz olarak Kürtler"i anlatmaktadır. Kürt toplumunun anlaşılması açısından, Kürt toplumunun dayandığı iktidar tarzının, biçiminin, toprakla ve zamanla ilişkisinin açıkça sergilendiği kitabın en önemli özelliklerinden biri de kahramansız olmasıdır. Kahramanlığın olmadığı, kahramanın olmadığı bir dünya ile yüz yüzeyiz burada. Kitap boyunca eğer bir şeyin eksikliğini hissederek okuduğunuzu düşünüyorsanız biliniz ki “eksikliği”ni hissettiğiniz şey kahramanlıktır. Kitabı okuyup bitirdiğinizde ise, esasen kahramanlık beklentisinin hiçte gerçekçi bir beklenti olamayacağını, kahramanlığın gerçek ile ilişkisini sorgulayarak anlayabileceksiniz. Gerçek ile kurgu arasındaki ayrımın sandığınızdan daha acımasız olduğunu öğrenebileceksiniz.
Kürt toplumuna giren “yabancı” unsurların Kürtler ile ilişkisini, Kürtler"i algılama ve de Kürtler"in onları algılama tarzlarının da anlatıldığı kitap, öz olarak kendi topraklarının yasaları ile yaşayan Kürtler"in, kendileri ve de yabancılar ile yaşamış olduğu dünyayı gözümüzün önüne sergilemektedir. Kültür ile toprak arasında bünyevî bir ilişkinin zorunluluğuna inandırıyor sizi, dilin ve kültürün hem acımasız hem de şefkatli kollarında insanın nasıl da pasif kaldığını anlatıyor.
Şahsen kitabı bir tür trajedinin verdiği his ile okudum. Esasen bize anlatılan bir trajedi yok ortada. Ama hayat çok acımasız gibi duruyor önümüzde. Yani kitap boyunca sevindiğiniz bir şey bulamazsınız belki ve bulduğunuzda da biraz sonra bunun ne kadar yalancı ve sahte bir sevinç olduğunu hem görüyor hem de hissediyorsunuz. Nietzsche, sonu “kötü” biten Yunan tiyatro oyununu, sonunun kötü olduğunu bilerek yaşayan insanları anlatması itibariyle bize aynı zamanda yaşamamızı da gösterdiğini iddia ediyordu. Esasen arayacağımız her şeyin sonunda bir hiçlik vardı, bu hiçliği bilerek bir şey aramak. Arayarak hiçliğe ulaşmak. Hayat ve trajedinin birleştiği nokta. Bilmiyorum belki yazarın böyle bir niyeti yoktur ama bende şahsen uyandırdığı temel düşüncelerden biri bu. Yani kötümser olmamız için bir çok sebep sıralıyor kitap.
Kürtler"in komşu kavimler ile ilişkisinin Kürtler"de var ettiği yüzeyselliği, bu yüzeysellik üzerinden şekillendirilmeye çalışılan iktidarın, iktidar tarzının da şekillendirildiği bir kitap.
Kan ile ilişkinin, kanın Kürt toplumundaki sembolik ifadesinin ve gücünün de tanığı olabiliyorsunuz. Güçlülerin nasıl korkak, korkakların ve eziklerin nasıl cesur ve gözü kara kesilebileceğini, gücün de korkaklığın da “güç”ten ve “korkak”lıktan öte ölçülere sahip olduğunu anlayabiliyorsunuz.
Michel Foucault'yu da hatırlatan bir çalışma. Eminim Kürt toplumunun iktidar/bilgi biçiminin deşmek isteyen Bir Michel Foucault'yu heyecanlandırabilecek bir çalışmadır.
Anlatının eleştirilebilecek bir iki noktası da var tabii ki: Anlatı boyunca yazar, olayları nasıl görmemiz ve olaydan neler anlayabilmemiz için bizlere öncülük ediyor ve bu iyi bir anlatının ruhuna biraz terstir. Gerçi bu konuda pek aşırıya kaçılmış değil ama yine de eleştirilebilecek bir husus olarak önümüzde duruyor.
İkincisi, anlatının bir iki yerinde nerdeyse kopmalar yaşamak mümkün. Olaylar ve şahıslar arası ilişkileri kurmada anlatı daha açık ve yalın olabilirdi, kurgusu daha az zorlayabilirdi bizi.
Üçüncüsü de yazarın kendi hayat algısı üzerinden toplumsal sembol ve inançlara ilişkin göndermeler yapmasıdır. İşin bu boyutunun da kesinlikle abartılacak düzeyde olmadığını belirtmekle beraber, yazar; inanç dahil bütün kültür formlarını tarihsel ve doğal şartların bir türevi olarak algılamakta ve bizlerin de bunu böyle algılamamızı ister gibi durmaktadır. Böylece kitabın “altyazısı”nın içerdiği bu mesaj her ne kadar anlatının ve hikayenin güzelliğinden ve öneminden bir şey kaybettirmiyorsa dahi bu hususun en azından “belgesel” bir nitelik taşıyamayacağını belirtmekte fayda var.” - Adnan Fırat
“Tarih algısı toplumsal değil siyasaldır çoğunlukla. Bizler tarihi öğrenmekle daha çok büyük olayları, büyük şahsiyetleri ve devletleri öğrenmiş oluyoruz. Sanki tarih, sadece büyük insanların, büyük devletlerin ve de büyük söylevlerin tarihidir ve olanca ağırlığı ile halk, sadece bunlar tarafından biçimlendirilmiş birer tamamlayacı öğedir.
Yakın bir zaman önce, Diyarbakır"ın önemli entelektüel simalarından olan Ramazan ERGİN tarafından kaleme alınan “Kanın Gizli Tarihi REŞO KURΔ isimli anlatı, şu üç şeyden ötürü klasik bir tarih çalışması değildir: Birincisi; yer, zaman, şahıslar ve olay örgüsü itibariyle baştan sonra gerçektir, yaşanmıştır ve belgeler ile desteklenmiştir. Yani hikayedir ama yaşanmıştır; bir tarih kitabıdır ama hikâyedir. İkincisi; bir sarayın, kralın, devletin, imparatorluğun, peygamberin vs. değil, “sokağın” tarihidir. Kitabı okuduğunuzda sokaktaki adamı görüyorsunuz, sokaktaki adamın imparatorlukla, devletle, ağayla, dünyayla vs. ilişkisini görebiliyorsunuz. Üçüncüsü; Kürt tarih yazıcılığı itibariyle emsalsizdir, ilktir ve Kürt tarihsel/toplumsal örüntülerinin, kısaca Kürt toplumunun analiz edilebilmesi için belgesel bir anlatıdır.
Kısaca kitap tarih yazıcılığı itibariyle ilgi çekicidir. Hem Kürtler"in klasik şifaî/Sözlü anlatımından izler taşır hem de belgeseldir.
Mardin"in Sürgücü aşiretinde, 19.yy"lın sonları ile 20. yy"lın başlarında gelişip yakın zamanımıza değin gelen ve oldukça sıradan bir köylü olan Reşo Kurî etrafında şekillenen olaylar anlatılmaktadır.
Kitap öz olarak Kürtler"i anlatmaktadır. Kürt toplumunun anlaşılması açısından, Kürt toplumunun dayandığı iktidar tarzının, biçiminin, toprakla ve zamanla ilişkisinin açıkça sergilendiği kitabın en önemli özelliklerinden biri de kahramansız olmasıdır. Kahramanlığın olmadığı, kahramanın olmadığı bir dünya ile yüz yüzeyiz burada. Kitap boyunca eğer bir şeyin eksikliğini hissederek okuduğunuzu düşünüyorsanız biliniz ki “eksikliği”ni hissettiğiniz şey kahramanlıktır. Kitabı okuyup bitirdiğinizde ise, esasen kahramanlık beklentisinin hiçte gerçekçi bir beklenti olamayacağını, kahramanlığın gerçek ile ilişkisini sorgulayarak anlayabileceksiniz. Gerçek ile kurgu arasındaki ayrımın sandığınızdan daha acımasız olduğunu öğrenebileceksiniz.
Kürt toplumuna giren “yabancı” unsurların Kürtler ile ilişkisini, Kürtler"i algılama ve de Kürtler"in onları algılama tarzlarının da anlatıldığı kitap, öz olarak kendi topraklarının yasaları ile yaşayan Kürtler"in, kendileri ve de yabancılar ile yaşamış olduğu dünyayı gözümüzün önüne sergilemektedir. Kültür ile toprak arasında bünyevî bir ilişkinin zorunluluğuna inandırıyor sizi, dilin ve kültürün hem acımasız hem de şefkatli kollarında insanın nasıl da pasif kaldığını anlatıyor.
Şahsen kitabı bir tür trajedinin verdiği his ile okudum. Esasen bize anlatılan bir trajedi yok ortada. Ama hayat çok acımasız gibi duruyor önümüzde. Yani kitap boyunca sevindiğiniz bir şey bulamazsınız belki ve bulduğunuzda da biraz sonra bunun ne kadar yalancı ve sahte bir sevinç olduğunu hem görüyor hem de hissediyorsunuz. Nietzsche, sonu “kötü” biten Yunan tiyatro oyununu, sonunun kötü olduğunu bilerek yaşayan insanları anlatması itibariyle bize aynı zamanda yaşamamızı da gösterdiğini iddia ediyordu. Esasen arayacağımız her şeyin sonunda bir hiçlik vardı, bu hiçliği bilerek bir şey aramak. Arayarak hiçliğe ulaşmak. Hayat ve trajedinin birleştiği nokta. Bilmiyorum belki yazarın böyle bir niyeti yoktur ama bende şahsen uyandırdığı temel düşüncelerden biri bu. Yani kötümser olmamız için bir çok sebep sıralıyor kitap.
Kürtler"in komşu kavimler ile ilişkisinin Kürtler"de var ettiği yüzeyselliği, bu yüzeysellik üzerinden şekillendirilmeye çalışılan iktidarın, iktidar tarzının da şekillendirildiği bir kitap.
Kan ile ilişkinin, kanın Kürt toplumundaki sembolik ifadesinin ve gücünün de tanığı olabiliyorsunuz. Güçlülerin nasıl korkak, korkakların ve eziklerin nasıl cesur ve gözü kara kesilebileceğini, gücün de korkaklığın da “güç”ten ve “korkak”lıktan öte ölçülere sahip olduğunu anlayabiliyorsunuz.
Michel Foucault'yu da hatırlatan bir çalışma. Eminim Kürt toplumunun iktidar/bilgi biçiminin deşmek isteyen Bir Michel Foucault'yu heyecanlandırabilecek bir çalışmadır.
Anlatının eleştirilebilecek bir iki noktası da var tabii ki: Anlatı boyunca yazar, olayları nasıl görmemiz ve olaydan neler anlayabilmemiz için bizlere öncülük ediyor ve bu iyi bir anlatının ruhuna biraz terstir. Gerçi bu konuda pek aşırıya kaçılmış değil ama yine de eleştirilebilecek bir husus olarak önümüzde duruyor.
İkincisi, anlatının bir iki yerinde nerdeyse kopmalar yaşamak mümkün. Olaylar ve şahıslar arası ilişkileri kurmada anlatı daha açık ve yalın olabilirdi, kurgusu daha az zorlayabilirdi bizi.
Üçüncüsü de yazarın kendi hayat algısı üzerinden toplumsal sembol ve inançlara ilişkin göndermeler yapmasıdır. İşin bu boyutunun da kesinlikle abartılacak düzeyde olmadığını belirtmekle beraber, yazar; inanç dahil bütün kültür formlarını tarihsel ve doğal şartların bir türevi olarak algılamakta ve bizlerin de bunu böyle algılamamızı ister gibi durmaktadır. Böylece kitabın “altyazısı”nın içerdiği bu mesaj her ne kadar anlatının ve hikayenin güzelliğinden ve öneminden bir şey kaybettirmiyorsa dahi bu hususun en azından “belgesel” bir nitelik taşıyamayacağını belirtmekte fayda var.” - Adnan Fırat