Türkiye'de yerel etkinlik ve sorumlulukların, yönetişim kavramıyla örtüştüğü bir başka uygulama 1990'lı yıllarda gelişmiştir, “Yerel Gündem 21”ler olmuştur. Gelecek yüzyıla açılan yeni yönetişim anlayışının temel taşlarını döşeyen Gündem 21'in çıkış noktası, 1992 yılında Rio de Janeiro'da yapılan ve “Dünya Zirvesi” olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansıdır. Bu toplantı yalnızca “sürdürülebilir gelişme” kavramını günlük hayata sokmakla kalmayıp, katılımcı mekanizma ve süreçlerin ön plana çıkmalarını da sağlamıştır. Rio Konferansında, yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının katılımcı demokrasinin gerçekleştirilmesindeki “can alıcı” rolleri vurgulanmış ve sürdürülebilir bir gelişmenin sağlanması için bu “ortakların” her belde için, birlikte yürütecekleri katılımcı bir süreçle, bir “Yerel Gündem 21” oluşturmaları öngörülmüştür. “Yerel Gündem 21”, yönetişim anlayışına dayalı bir “demokrasiyi geliştirme” projesidir. Dolayısıyla, gerek “Yerel Gündem 21”ler, gerekse Habitat II (İstanbul, 1996) toplantısının ürünü olan (ve Yerel Gündem 21'lerle aynı hedeflerde buluşan) “yerel habitat”lar, Türkiye'de yerel yönetimlerin güçlendirilip, katılımcı ve demokratik bir yapıya kavuşturulmalarını ve sivil toplum kuruluşlarıyla çok-yönlü ve yoğun bir iş birliğine girmelerini amaçlamışlardır.
Temsili demokrasinin, artan bireysel ve toplumsal istemler ve beklentiler karşısında, yeterli olamadığından söz edilmişti. Yerel yönetim düzeyinde de, beş yılda bir yapılan seçimlerle göreve gelen belediye başkanlarının ve belediye meclislerinin, halktan kopuk kaldıkları, yeterince temsili olamadıkları, kişisel gündemlerini ön planda tuttuklarına ilişkin iddia ve eleştiriler yaygındır.
Aynı zamanda, Türkiye'nin pek çok kentinde kentinde, çeşitli mesleki, profesyonel, gönüllü kuruluşların sayı ve etkinliklerinin arttığı ve kentin gelişmesinde söz sahibi olma arzularının belirginleştiği söylenebilir. Buna bir de, merkezi hükümetle sık sık çatışmaya giren yerel yönetimlerin, “müttefik” arama çabaları eklenince, ortaya yeni bir “ortaklığın” çıkması beklenebilirdi. Nitekim son yıllarda, değişik ölçekteki çok sayıda belediyenin, yeni ortaklarıyla birlikte, biçimsel-resmi yapıların yanı sıra “kent meclisi”, “kent platformu” gibi adlarla, katılımcılığı özendiren, bilgi akışını hızlandıran, saydamlığı amaçlayan, yer yer karar alma süreçlerini de içeren “alternatif yapılar” kurdukları gözlenmektedir. Bu yeni yapıların büyük bölümü, her ne kadar, bir “danışma ve halkla ilişkiler” çabası olmaktan öteye henüz gitmiyorsa da, katılımcılığın yaygınlaştırılması, kente dönük bir aidiyet duygusunun (sense of belongingness) yaratılması, saydamlığın ve denetimin sağlanması açılarından yine de yarar sağlamaktadır. Ayrıca bazı kentlerde (Bursa, Aliağa, Buca) bu alternatif yapılarda, geniş katılımla ve uzun tartışmalardan sonra alınan resmi olmayan kararların belediye başkanları tarafından uygun kanallara taşınıp “resmileştirilmeleri” mümkün olabilmiştir. Bu biçimsel olmayan yapılara 2000'li yılların ortasından itibaren Kent Konseyleri katılmıştır. Günümüzde, sayıları 200'e yaklaşan Konseyler, yer yer katılımcılığın odak noktası olabilmişler fakat varlıkları ve etkinlikleri, büyük ölçüde belediyeyle olan ilişkileriyle (özellikle mali) belirlenmektedir.
Ayrıca, bu biçimsel olmayan yapıların ne denli demokratik ve temsili olduklarına ilişkin kuşku ve eleştiriler de vardır. Örneğin, yönetişim dinamiklerinin ve yetki-kaynak devrinin, “yeni ortakların” yönetim kapasiteleri, demokrasi anlayışları ve siyasal kültür sınırlılıkları nedeniyle kısıtlandığı ve beklenildiği gibi kullanılamadığı savlanmaktadır. Ayrıca bu yeni yapılarda tartışmalara (ve alınıyorsa kararlara) daha ziyade, uzman-akademisyenlerin ve yerel sermayenin hakim olduğu (yön verdiği) ve marjinal grupların (ekonomik güçsüzlerin, azınlıkların, kadınların) dışlandığı söylenebilir. Yer yer bu yapıların yüzeysel kaldığı, gerçek anlamda kritik konu ve kararları kapsamadığı ve daha ziyade belediyelerin zaten almış oldukları bazı kararların, sembolik onay yeri olmaktan öteye gidemediği savlanabilir.
Bu bağlamda gerçek çözüm, yerel yönetim sistemimizde yapılacak köklü değişikliklerle, karar alma süreçlerini de içeren yaygın katılımın biçimsel-resmi yapıda sağlanması; bu gelişmeye paralel olarak “yeni ortakların” kapasitelerinin geliştirilmesi ve bu sistemi destekleyebilecek bir siyasal kültürün güçlendirilmesidir.
Katılımcı Yerel Yönetim kitabında, bütün bu konular ve tartışmalar en yetkin akademisyen ve uygulamacılar tarafından ele alınmakta ve irdelenmektedir. Bu özelliği ile kitabın, yaygın bir kesim için, önemli bir başvuru kaynağı olma potansiyeli yüksektir.
Türkiye'de yerel etkinlik ve sorumlulukların, yönetişim kavramıyla örtüştüğü bir başka uygulama 1990'lı yıllarda gelişmiştir, “Yerel Gündem 21”ler olmuştur. Gelecek yüzyıla açılan yeni yönetişim anlayışının temel taşlarını döşeyen Gündem 21'in çıkış noktası, 1992 yılında Rio de Janeiro'da yapılan ve “Dünya Zirvesi” olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansıdır. Bu toplantı yalnızca “sürdürülebilir gelişme” kavramını günlük hayata sokmakla kalmayıp, katılımcı mekanizma ve süreçlerin ön plana çıkmalarını da sağlamıştır. Rio Konferansında, yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının katılımcı demokrasinin gerçekleştirilmesindeki “can alıcı” rolleri vurgulanmış ve sürdürülebilir bir gelişmenin sağlanması için bu “ortakların” her belde için, birlikte yürütecekleri katılımcı bir süreçle, bir “Yerel Gündem 21” oluşturmaları öngörülmüştür. “Yerel Gündem 21”, yönetişim anlayışına dayalı bir “demokrasiyi geliştirme” projesidir. Dolayısıyla, gerek “Yerel Gündem 21”ler, gerekse Habitat II (İstanbul, 1996) toplantısının ürünü olan (ve Yerel Gündem 21'lerle aynı hedeflerde buluşan) “yerel habitat”lar, Türkiye'de yerel yönetimlerin güçlendirilip, katılımcı ve demokratik bir yapıya kavuşturulmalarını ve sivil toplum kuruluşlarıyla çok-yönlü ve yoğun bir iş birliğine girmelerini amaçlamışlardır.
Temsili demokrasinin, artan bireysel ve toplumsal istemler ve beklentiler karşısında, yeterli olamadığından söz edilmişti. Yerel yönetim düzeyinde de, beş yılda bir yapılan seçimlerle göreve gelen belediye başkanlarının ve belediye meclislerinin, halktan kopuk kaldıkları, yeterince temsili olamadıkları, kişisel gündemlerini ön planda tuttuklarına ilişkin iddia ve eleştiriler yaygındır.
Aynı zamanda, Türkiye'nin pek çok kentinde kentinde, çeşitli mesleki, profesyonel, gönüllü kuruluşların sayı ve etkinliklerinin arttığı ve kentin gelişmesinde söz sahibi olma arzularının belirginleştiği söylenebilir. Buna bir de, merkezi hükümetle sık sık çatışmaya giren yerel yönetimlerin, “müttefik” arama çabaları eklenince, ortaya yeni bir “ortaklığın” çıkması beklenebilirdi. Nitekim son yıllarda, değişik ölçekteki çok sayıda belediyenin, yeni ortaklarıyla birlikte, biçimsel-resmi yapıların yanı sıra “kent meclisi”, “kent platformu” gibi adlarla, katılımcılığı özendiren, bilgi akışını hızlandıran, saydamlığı amaçlayan, yer yer karar alma süreçlerini de içeren “alternatif yapılar” kurdukları gözlenmektedir. Bu yeni yapıların büyük bölümü, her ne kadar, bir “danışma ve halkla ilişkiler” çabası olmaktan öteye henüz gitmiyorsa da, katılımcılığın yaygınlaştırılması, kente dönük bir aidiyet duygusunun (sense of belongingness) yaratılması, saydamlığın ve denetimin sağlanması açılarından yine de yarar sağlamaktadır. Ayrıca bazı kentlerde (Bursa, Aliağa, Buca) bu alternatif yapılarda, geniş katılımla ve uzun tartışmalardan sonra alınan resmi olmayan kararların belediye başkanları tarafından uygun kanallara taşınıp “resmileştirilmeleri” mümkün olabilmiştir. Bu biçimsel olmayan yapılara 2000'li yılların ortasından itibaren Kent Konseyleri katılmıştır. Günümüzde, sayıları 200'e yaklaşan Konseyler, yer yer katılımcılığın odak noktası olabilmişler fakat varlıkları ve etkinlikleri, büyük ölçüde belediyeyle olan ilişkileriyle (özellikle mali) belirlenmektedir.
Ayrıca, bu biçimsel olmayan yapıların ne denli demokratik ve temsili olduklarına ilişkin kuşku ve eleştiriler de vardır. Örneğin, yönetişim dinamiklerinin ve yetki-kaynak devrinin, “yeni ortakların” yönetim kapasiteleri, demokrasi anlayışları ve siyasal kültür sınırlılıkları nedeniyle kısıtlandığı ve beklenildiği gibi kullanılamadığı savlanmaktadır. Ayrıca bu yeni yapılarda tartışmalara (ve alınıyorsa kararlara) daha ziyade, uzman-akademisyenlerin ve yerel sermayenin hakim olduğu (yön verdiği) ve marjinal grupların (ekonomik güçsüzlerin, azınlıkların, kadınların) dışlandığı söylenebilir. Yer yer bu yapıların yüzeysel kaldığı, gerçek anlamda kritik konu ve kararları kapsamadığı ve daha ziyade belediyelerin zaten almış oldukları bazı kararların, sembolik onay yeri olmaktan öteye gidemediği savlanabilir.
Bu bağlamda gerçek çözüm, yerel yönetim sistemimizde yapılacak köklü değişikliklerle, karar alma süreçlerini de içeren yaygın katılımın biçimsel-resmi yapıda sağlanması; bu gelişmeye paralel olarak “yeni ortakların” kapasitelerinin geliştirilmesi ve bu sistemi destekleyebilecek bir siyasal kültürün güçlendirilmesidir.
Katılımcı Yerel Yönetim kitabında, bütün bu konular ve tartışmalar en yetkin akademisyen ve uygulamacılar tarafından ele alınmakta ve irdelenmektedir. Bu özelliği ile kitabın, yaygın bir kesim için, önemli bir başvuru kaynağı olma potansiyeli yüksektir.