“Kitapları içeriklerine göre yargılamayın!”
Allison Hoover Bartlett'in yakın zamanda Amerika'da bestseller olmuş kitabı Kitapları Fazla Seven Adam, insanların nesnelerle ördükleri dünya ile kendini tanımlama şekillerine değinen, olmak istediğiniz ve sizden olmanız beklenen kişi olmak adına kurduğunuz dünyayla ilintili. Romanın kahramanı ise John Gilkey, kitaplara –ve özellikle nadir kitaplara- saplantılı bir şekilde bağlı, üstelik onları çalıp –kendi deyimiyle alıp- okumanın ötesinde, sahip olarak kendini tatmin eden bir hırsız. Üstelik kendisine neden kitap çaldığı sorusu her sorulduğunda; “Her zengin ve saygıdeğer kişi gibi, insanlara evime geldiklerinde gösterebildiğim büyük bir kütüphanem olmasını istiyorum.” diyecek kadar da ne yaptığının farkında. Yazar Bartlett, John Gilkey'in gerçek hikâyesini, bir gazeteci titizliğiyle anlatırken, Gilkey ile yıllarca yaptığı görüşmeler ve onun hırsızlıklarından usanıp peşine düşen nadir kitap satıcısı ve dedektif Sanders'ın izlenimlerinden faydalanıyor.
Ana hatlarıyla baktığımızda bir hırsız polis kovalamacası olan romanı göründüğünden fazlası yapansa hırsızın da polisin de kitapların peşinde olması. Yazar, ilk çağlardan beri bilginin nişanesi sayılan kitapların da birer koleksiyon malzemesi hâline gelmesini ve nadir kitap tutkunlarının gerekçelerini merak ederek başlıyor işe. Romanın başlarında nadir kitap dünyasını anlamak adına katıldığı bir fuarda duyduğu söz ise kafasındaki bu iki probleme de açık bir cevap oluyor kanımca: “Kitapları içeriklerine göre yargılamayın!” Kısa süre içerisinde Bartlett fark ediyor ki hırsız Gilkey de tüm koleksiyoncuların özelliklerine sahip ve edindiği kitapların çoğunu okumuyor. Kitaplara aktardıkları düşüncelerden çok, kendi hayat hikâyelerinden dolayı değer veriyor. Nadir kitap toplayıcılarının çoğunun başka antik “eşya” koleksiyonlarının oluşu da durumun en bariz örneği sanırım.
Küçüklükten beri kitapların dünyasından büyülenmiş her kişi gibi, onların bu denli nesneleşmiş olması gerçeğini, yaşanmış bir hikâyeden dinlemek biraz moralimi bozdu tabii. Aklıma hemen Tutunamayanlar'dan bir yakarış geliyor; Turgut, Selim'i kovalarken en çok kitaplar konusunda tıkanır ve bir gün kitaplığına bakarken ne kadar çok kitabı olduğunu, ne kadar azını okuduğunu, oysa Selim'in nasıl da esaslı bir okuyucu olduğunu hatırlar. Keza romanın sonunda Turgut'u, Don Kişot'u açıp ilk sayfasını okurken bırakıyoruz.
Sanırım bahsettiğim bu yavanlık biraz da koleksiyonculuğun doğasında var. Bunlar aşırı örnekler de olsa; seri katilleri, onlarca kediyle yaşayan insanları hatta belki çöp evleri düşünmeden edemiyorum. Ortak noktası, bir “şey”leri biriktirmek ve saklamak olan bu eylemlere baktığımızda, koleksiyonculuğun çoğu zaman aslında o “şey”leri değersizleştirmek ve kendini “sahip” statüsünde tanrılaştırmaktan ibaret olduğu çıkarımını yapmak pek muhtemel. Bartlett de kitabı yazarken bu gerçeğe toslamış olacak ki; Walter Benjamin'den “Mülkiyet, insanın nesnelerle kurabileceği en mahrem ilişkidir.” alıntısını yapmaktan geri durmuyor. Yıllardır kafamda yücelttiğim kitap koleksiyoncularına, Kitapları Fazla Seven Adam'ı okuduktan sonra kendimden beklemediğim drecede(!) acımasız yaklaşmamın diğer bir sebebi de yazarın tüm gazetecilik maharetlerine rağmen görüştüğü koleksiyoncular ve Gilkey'le yaptığı söyleşiler sonucunda, sohbetlerinde ve söylemlerinde edebi atıfların yok denecek kadar az olması diyebilirim.
Tüm bunların yanında Gilkey, istediği kitaplara sırf parası olmadığı için sahip olamayacağı gerçeğini hiçbir zaman kabullenmeyen bir asi. Koleksiyoncular ise sadece bu işe gönül verenlerin yürütebileceği kadar büyük bir sabır ve tutkuyla yapıyorlar işlerini. Kitabı okurken, nadir kitapların dünyasına dair yapılmış oldukça kapsamlı bir araştırmanın nimetlerine rastlamak ise kitap meraklılarının es geçemeyeceği bir artı. Bartlett işlediği konunun hassaslığının oldukça bilincinde; online dünyanın kitaplar üzerindeki asimilasyonuna da değinmeden edemiyor ama birçoğumuz gibi o da kağıdın vicdanına inananlardan. Her şey değişir ama kitap kalır, yazı kalır diyenlerden…
Ancak diyebilirim ki düşündürttüğü ve tartıştığı tüm bu hassas meseleler dolayısıyla Kitapları Fazla Seven Adam, kitap meraklıları için ıskalanmaması gereken gerçek bir hikâye, bir roman ve iyi bir gazetecilik örneği. - Alev Karaduman
“Kitapları içeriklerine göre yargılamayın!”
Allison Hoover Bartlett'in yakın zamanda Amerika'da bestseller olmuş kitabı Kitapları Fazla Seven Adam, insanların nesnelerle ördükleri dünya ile kendini tanımlama şekillerine değinen, olmak istediğiniz ve sizden olmanız beklenen kişi olmak adına kurduğunuz dünyayla ilintili. Romanın kahramanı ise John Gilkey, kitaplara –ve özellikle nadir kitaplara- saplantılı bir şekilde bağlı, üstelik onları çalıp –kendi deyimiyle alıp- okumanın ötesinde, sahip olarak kendini tatmin eden bir hırsız. Üstelik kendisine neden kitap çaldığı sorusu her sorulduğunda; “Her zengin ve saygıdeğer kişi gibi, insanlara evime geldiklerinde gösterebildiğim büyük bir kütüphanem olmasını istiyorum.” diyecek kadar da ne yaptığının farkında. Yazar Bartlett, John Gilkey'in gerçek hikâyesini, bir gazeteci titizliğiyle anlatırken, Gilkey ile yıllarca yaptığı görüşmeler ve onun hırsızlıklarından usanıp peşine düşen nadir kitap satıcısı ve dedektif Sanders'ın izlenimlerinden faydalanıyor.
Ana hatlarıyla baktığımızda bir hırsız polis kovalamacası olan romanı göründüğünden fazlası yapansa hırsızın da polisin de kitapların peşinde olması. Yazar, ilk çağlardan beri bilginin nişanesi sayılan kitapların da birer koleksiyon malzemesi hâline gelmesini ve nadir kitap tutkunlarının gerekçelerini merak ederek başlıyor işe. Romanın başlarında nadir kitap dünyasını anlamak adına katıldığı bir fuarda duyduğu söz ise kafasındaki bu iki probleme de açık bir cevap oluyor kanımca: “Kitapları içeriklerine göre yargılamayın!” Kısa süre içerisinde Bartlett fark ediyor ki hırsız Gilkey de tüm koleksiyoncuların özelliklerine sahip ve edindiği kitapların çoğunu okumuyor. Kitaplara aktardıkları düşüncelerden çok, kendi hayat hikâyelerinden dolayı değer veriyor. Nadir kitap toplayıcılarının çoğunun başka antik “eşya” koleksiyonlarının oluşu da durumun en bariz örneği sanırım.
Küçüklükten beri kitapların dünyasından büyülenmiş her kişi gibi, onların bu denli nesneleşmiş olması gerçeğini, yaşanmış bir hikâyeden dinlemek biraz moralimi bozdu tabii. Aklıma hemen Tutunamayanlar'dan bir yakarış geliyor; Turgut, Selim'i kovalarken en çok kitaplar konusunda tıkanır ve bir gün kitaplığına bakarken ne kadar çok kitabı olduğunu, ne kadar azını okuduğunu, oysa Selim'in nasıl da esaslı bir okuyucu olduğunu hatırlar. Keza romanın sonunda Turgut'u, Don Kişot'u açıp ilk sayfasını okurken bırakıyoruz.
Sanırım bahsettiğim bu yavanlık biraz da koleksiyonculuğun doğasında var. Bunlar aşırı örnekler de olsa; seri katilleri, onlarca kediyle yaşayan insanları hatta belki çöp evleri düşünmeden edemiyorum. Ortak noktası, bir “şey”leri biriktirmek ve saklamak olan bu eylemlere baktığımızda, koleksiyonculuğun çoğu zaman aslında o “şey”leri değersizleştirmek ve kendini “sahip” statüsünde tanrılaştırmaktan ibaret olduğu çıkarımını yapmak pek muhtemel. Bartlett de kitabı yazarken bu gerçeğe toslamış olacak ki; Walter Benjamin'den “Mülkiyet, insanın nesnelerle kurabileceği en mahrem ilişkidir.” alıntısını yapmaktan geri durmuyor. Yıllardır kafamda yücelttiğim kitap koleksiyoncularına, Kitapları Fazla Seven Adam'ı okuduktan sonra kendimden beklemediğim drecede(!) acımasız yaklaşmamın diğer bir sebebi de yazarın tüm gazetecilik maharetlerine rağmen görüştüğü koleksiyoncular ve Gilkey'le yaptığı söyleşiler sonucunda, sohbetlerinde ve söylemlerinde edebi atıfların yok denecek kadar az olması diyebilirim.
Tüm bunların yanında Gilkey, istediği kitaplara sırf parası olmadığı için sahip olamayacağı gerçeğini hiçbir zaman kabullenmeyen bir asi. Koleksiyoncular ise sadece bu işe gönül verenlerin yürütebileceği kadar büyük bir sabır ve tutkuyla yapıyorlar işlerini. Kitabı okurken, nadir kitapların dünyasına dair yapılmış oldukça kapsamlı bir araştırmanın nimetlerine rastlamak ise kitap meraklılarının es geçemeyeceği bir artı. Bartlett işlediği konunun hassaslığının oldukça bilincinde; online dünyanın kitaplar üzerindeki asimilasyonuna da değinmeden edemiyor ama birçoğumuz gibi o da kağıdın vicdanına inananlardan. Her şey değişir ama kitap kalır, yazı kalır diyenlerden…
Ancak diyebilirim ki düşündürttüğü ve tartıştığı tüm bu hassas meseleler dolayısıyla Kitapları Fazla Seven Adam, kitap meraklıları için ıskalanmaması gereken gerçek bir hikâye, bir roman ve iyi bir gazetecilik örneği. - Alev Karaduman