#smrgSAHAF Yaşam Öyküleri - 1997
Devlet memuru olduktan sonra bazı yurt dışı görevlerde de bulundu. Bonn, Paris (bir ASALA tetikçisi tarafından vurularak ağır yaralandı) ve Roma Büyükelçilikleri'nde Basın Müşaviri olarak çalıştı.
İki oğlu ve iki torunu olan Selçuk Bakkalbaşı, şimdi eşiyle birlikte Ankara'da yaşamaktadır.
Büyük bölümünün bugünkü Türkiye'de geçmesine, güncel sorunların gözardı edilmemesine karşın "Yaşam Öyküleri"ni gerçekçi roman türüne sokamayız. Birbiriyle karmaşık ilişkileri bulunan iç ipe olayların geliştiği kitabın kahramanlarından birinin dediği gibi: "Yaşam öykülerinin hiçbir zaman gerçekle ilgisi yoktur."
Böyle olunca romandaki mekanların, kentlerin gerçeklik ya da düşsellik oranını saptamak, örneğin Paris, Caracas, Bensheim ile Fatsa-Viedma-Nirvana arasında doğru yolu bulmak, haliyle okurdan bekleniyor.
"Sessizliğin bilinmeyen dilini konuşan insanlardan söz eden, sessizlik özlemini değişik kahramanlar aracılığıyla, farklı açılardan irdelemeye özenen bu roman bir taraftan susmaya övgüler düzerken yine de "dil"e başvurmakla acaba kendi kendisiyle çelişiyor mu sorusuna yanıt ararken, "Susmanın Erdemi" kavramının bir anlatıya dönüşmediği sürece sessizlik lavlarının altında gömülü kalmaya mahkum olduğunu unutmamalıyız.
Yaratıcılıkla ölümün, dolayısıyla kalemle silahın birbirlerine yakınlığı türünden konular eğer "Yaşam Öyküleri"ndeki gibi kara mizahla yoğrulmasaydı romanın sonuna doğru karşımıza çıkan, sözde sağduyunun temsilcisi Okan Obur'un"... İnsanlar en çok iki şeyden, ölümden ve kitaplardan korkarlar" savı haklı görülebilirdi.
Oysa "yaşam" öykülerinin ciddiye alınmadığı bu sayfalarda ölüm de fazla abartılmamış, öcüleştirilmemiştir.
Ya kitaplar? Onlardan korkmak gerekir mi? Romanlar, yazılmayanlar dahil, yaşamı öyküye dönüştürmek yöntemiyle ona bir anlam kazandırma çabasından başka nedir ki? Bu yüzden yaşamımızı (ya da ölümümüzü) ne kadar önemsersek, onun anlatılmasını (ya da sessizlik tülüyle örtülmesini) de o derece önemsemeliyiz.
Ne fazla, ne eksik. (Arka kapaktan)
Devlet memuru olduktan sonra bazı yurt dışı görevlerde de bulundu. Bonn, Paris (bir ASALA tetikçisi tarafından vurularak ağır yaralandı) ve Roma Büyükelçilikleri'nde Basın Müşaviri olarak çalıştı.
İki oğlu ve iki torunu olan Selçuk Bakkalbaşı, şimdi eşiyle birlikte Ankara'da yaşamaktadır.
Büyük bölümünün bugünkü Türkiye'de geçmesine, güncel sorunların gözardı edilmemesine karşın "Yaşam Öyküleri"ni gerçekçi roman türüne sokamayız. Birbiriyle karmaşık ilişkileri bulunan iç ipe olayların geliştiği kitabın kahramanlarından birinin dediği gibi: "Yaşam öykülerinin hiçbir zaman gerçekle ilgisi yoktur."
Böyle olunca romandaki mekanların, kentlerin gerçeklik ya da düşsellik oranını saptamak, örneğin Paris, Caracas, Bensheim ile Fatsa-Viedma-Nirvana arasında doğru yolu bulmak, haliyle okurdan bekleniyor.
"Sessizliğin bilinmeyen dilini konuşan insanlardan söz eden, sessizlik özlemini değişik kahramanlar aracılığıyla, farklı açılardan irdelemeye özenen bu roman bir taraftan susmaya övgüler düzerken yine de "dil"e başvurmakla acaba kendi kendisiyle çelişiyor mu sorusuna yanıt ararken, "Susmanın Erdemi" kavramının bir anlatıya dönüşmediği sürece sessizlik lavlarının altında gömülü kalmaya mahkum olduğunu unutmamalıyız.
Yaratıcılıkla ölümün, dolayısıyla kalemle silahın birbirlerine yakınlığı türünden konular eğer "Yaşam Öyküleri"ndeki gibi kara mizahla yoğrulmasaydı romanın sonuna doğru karşımıza çıkan, sözde sağduyunun temsilcisi Okan Obur'un"... İnsanlar en çok iki şeyden, ölümden ve kitaplardan korkarlar" savı haklı görülebilirdi.
Oysa "yaşam" öykülerinin ciddiye alınmadığı bu sayfalarda ölüm de fazla abartılmamış, öcüleştirilmemiştir.
Ya kitaplar? Onlardan korkmak gerekir mi? Romanlar, yazılmayanlar dahil, yaşamı öyküye dönüştürmek yöntemiyle ona bir anlam kazandırma çabasından başka nedir ki? Bu yüzden yaşamımızı (ya da ölümümüzü) ne kadar önemsersek, onun anlatılmasını (ya da sessizlik tülüyle örtülmesini) de o derece önemsemeliyiz.
Ne fazla, ne eksik. (Arka kapaktan)