1514'den sonra Osmanlı-Kürt ilişkisi değerlendirilirken iki yaklaşım ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birincisi Osmanlı devletinin cihanşümul veya cihan hâkimiyeti mefkûresi anlayışıyla aslında İran'ın bölgedeki hâkimiyetine izin vermeyip bölgeyi fethettiği anlayışıdır, bu anlayış bu çerçevede, Osmanlıların, Sünni Kürtleri Safevi baskısından kurtardı şeklindeki anlayışa yol açmaktadır. İkincisi, Osmanlı Devletini oldukça emperyal bir devlet olarak tanımlayıp, 1514'den sonra Osmanlı'nın Kürdistan'ı sömürgeleştirdiği şeklindeki bir anlayıştır. Her iki anlayışta da Kürtlerin aktif bir aktör olarak hatırlanmaması ve düşünülmemesi ciddi bir sorundur. Bu görüşlerden birini Türk milliyetçileri söylüyor, diğerini Kürt milliyetçileri söylüyor ama her iki anlayışın da sorunlu olduğu görülmektedir.
Büyük ve kudretli bir Türkiye'yi herkes telaffuz ediyor ama sürekli içe kapanan ve yabancı olan her unsuru sopayla kendisine katmaya çalışan bir ülkenin büyük olması beklenemez. Barışmak lazım; sadece Kürtlerle değil, Araplarla, Acemlerle, yaşadığımız coğrafyada her kim varsa onlarla daha ziyade barışa dayalı bir perspektif ile ilişkiler kurmak lazım. Avrupa tecrübesi de herhalde bizim için önemlidir. Onlar da çok dövüştüler, şimdi barışmaya karar verdiler. Aynı yollardan gitmeye gerek yok. Barışın herkese kazandıracağı daha fazla imkan var. Bu karmaşık ve kaotik siyasi ortama bakıldığında, Türkiye'nin otuz yıl süren bir iç çatışmadan çıkarak, barış sürecine evirilmesi ve siyasi çözümü araması yüzyılın en önemli kazanımlarından biri olmuştur.
Bu kazanım bize Türk-Kürt siyasi ilişkilerinin yeni bir safhaya girdiğini göstermekte ve her iki halkın Anadolu ve Mezopotamya topraklarında beraber yaşadıkları bin yıllık beraberliği her bakımdan yeniden düşünmeyi, hatırlamayı ve bu tarihi dönemle, günümüzün yeni koşullarında yeniden yüzleşmeyi gerekli kılmaktadır.
1514'den sonra Osmanlı-Kürt ilişkisi değerlendirilirken iki yaklaşım ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birincisi Osmanlı devletinin cihanşümul veya cihan hâkimiyeti mefkûresi anlayışıyla aslında İran'ın bölgedeki hâkimiyetine izin vermeyip bölgeyi fethettiği anlayışıdır, bu anlayış bu çerçevede, Osmanlıların, Sünni Kürtleri Safevi baskısından kurtardı şeklindeki anlayışa yol açmaktadır. İkincisi, Osmanlı Devletini oldukça emperyal bir devlet olarak tanımlayıp, 1514'den sonra Osmanlı'nın Kürdistan'ı sömürgeleştirdiği şeklindeki bir anlayıştır. Her iki anlayışta da Kürtlerin aktif bir aktör olarak hatırlanmaması ve düşünülmemesi ciddi bir sorundur. Bu görüşlerden birini Türk milliyetçileri söylüyor, diğerini Kürt milliyetçileri söylüyor ama her iki anlayışın da sorunlu olduğu görülmektedir.
Büyük ve kudretli bir Türkiye'yi herkes telaffuz ediyor ama sürekli içe kapanan ve yabancı olan her unsuru sopayla kendisine katmaya çalışan bir ülkenin büyük olması beklenemez. Barışmak lazım; sadece Kürtlerle değil, Araplarla, Acemlerle, yaşadığımız coğrafyada her kim varsa onlarla daha ziyade barışa dayalı bir perspektif ile ilişkiler kurmak lazım. Avrupa tecrübesi de herhalde bizim için önemlidir. Onlar da çok dövüştüler, şimdi barışmaya karar verdiler. Aynı yollardan gitmeye gerek yok. Barışın herkese kazandıracağı daha fazla imkan var. Bu karmaşık ve kaotik siyasi ortama bakıldığında, Türkiye'nin otuz yıl süren bir iç çatışmadan çıkarak, barış sürecine evirilmesi ve siyasi çözümü araması yüzyılın en önemli kazanımlarından biri olmuştur.
Bu kazanım bize Türk-Kürt siyasi ilişkilerinin yeni bir safhaya girdiğini göstermekte ve her iki halkın Anadolu ve Mezopotamya topraklarında beraber yaşadıkları bin yıllık beraberliği her bakımdan yeniden düşünmeyi, hatırlamayı ve bu tarihi dönemle, günümüzün yeni koşullarında yeniden yüzleşmeyi gerekli kılmaktadır.