Stoa mektebi “nasıl yaşamalıyız?” sorusunun cevabını Grek sofia mirasını komşu bilgelik geleneklerinden artakalanlar ile harmanlayarak “dünyevi şeylerin cereyanına uygun bir vukufla yaşamalıyız” diye hülasa etti. Zira insan ne zaman serinkanlılığını şu veya bu şekilde kaybetse, bir talihsizlikle yere serilse veya öfkesine yenik düşse yahut umutsuzluğa kapılsa bu suretle umduğundan farklı şeylerle karşılaştığını göstermiş olur. Bu da onun beklentilerinin yanlış olduğunu, hayat ve dünya ile yeteri kadar ünsiyetinin bulunmadığını gösterir. O nasıl ki canlı tabiat gerek çatışan niyet ve maksatlarla gerekse kötülük yahut garazkârlıkla aynı şeyi yapıyorsa, cansız tabiatın da her adımda tesadüf ile kişinin iradesini hedefinden saptırdığının gafilidir. Dolayısıyla o hayatın bu bariz vasfının umumi bir malumatına erişmek için ya aklını kullanmamış veya umumi manada bildiğini münferit olanda tanıyamadığına ya da bu yüzden onun karşısında şaşırıp serinkanlılığını kaybettiğine göre muhakeme gücü ile en azından yaşadığı hayatın talep ettiği düzeyde kendisini teçhiz edememiş demektir.
Fakat Greklerin ethosu “nasıl yaşamalıyız?” sorusunun çok daha derinlerden ele alınması lüzumuna işaret eder. Öyle ki hal ve tavrından hareketle bir kimse için ethik tabirini kullandığımızda, bu ister onun barınma tarzı ister bir itiyat üzere oluşuyla tabir edilsin “ethosuna has” manasıyla en derin özüyle yakalanmış ve onunla irtibatlandırılmış oluyordu. O irtibatın açtığı aralıktan soruyorduk: “Bir insanın karakteri ile kaderi, yani onun şu hayatta tutup yürüdüğü yol arasında tam bir farklılık var mıdır? Yoksa ilke olarak alındığı takdirde herkesin kaderi karakteri ile uyum içerisinde midir? Yoksa son olarak, bir oyunun yazarına benzetilebilecek, tasavvur edilmesi mümkün olmayan gizli bir zorunluluk aslında bu ikisini her zaman birbirine uygun şekilde bir araya getirir mi?”