Çocukluğum kocaman ahşap kapılı, bahçesinde kedi, köpek ve tavuklarımızın gezindiği tahta merdivenli ve iki büyük odası ile ortasında şimdikilerin şömine dediği ocağın yer aldığı salon bulunan tipik köy evinin sevgi ortamında geçti. Günaydınımız, annemizin mis gibi kokan tarhana çorbasıydı. Beş yaşımda, o sıralarda on altısındaki Muazzez ablamın ocaktaki ateşin başında kızaran olağanüstü güzel yüzüne bakıp ısındım. On yaşındaki Ayşe ablamın hiç bitmeyen okuma ve öğrenme aşkıyla beslendim. On dört yaşın ergeni Oktay abimin deli dolu, ele avuca sığmaz hayatına bakıp, onaylamadığım hiçbir şeyi kabul etmemeyi öğrendim. Ablalarım ve abim, hayalimde canlandırdığım anaokulu tadındaydı.
Babam, galiba onların tabiriyle “tekne kazıntısı” olmam nedeniyle abim ve ablalarıma göstermediği hoşgörüsünü, bana bol kepçeden ikram etti diyebilirim. Soğuktan üşüyen ellerimi, ayaklarımı sevgiyle ısıtırken; babamın yüreğime güneş olduğunu çok sonra fark edecektim. Annem, babam için yeryüzünün eşsiz kadınıydı; çünkü ona duyduğu aşk, milyonların özlemini çektiği gibi uçsuz bucaksızdı