
TADIMLIK
İntihar etmeyeceksek içelim bari! Tezel'in yardımına koşmam gerek. Sözü buraya getirmesine kızamayacak, bunu söylerken alaylı, vurdumduymaz gülüşüne katılamayacak ya da Tezel'i anlamaya çalışamayacak kadar yorgunum. Bunun da adı, başkalarının an'lık dileklerini an'ında yerine getirmek olmalı. Bir ot. Bir dal. Esinti çıkarsa kımıldar. Yağmurda ıslanır. Güneşte başını ışığa uzatır, pırıldar. Bir araba yanından tozutarak geçerse matlaşır, rengi toprağa yaklaşır. Biri üstüne düşünmeden basabilir. Az sonra da kaldırıp bir duvar kıyısına, bir çukura birikmiş lağımsı suyun içine atabilir. Evet, evet. Tamam. İnsan ise direnir. Kırk beş yıl bile olsa, kırk beş yıl, bataklarda yürürken de hiç çamur sıçratmadan paçalarına, hiç çirkefe batmadan, hiç tozlatmadan üstünü başını, hiç sallanmadan boralarda, fırtınalarda, hiç midesi bulanmadan, hiç başı ağrımadan... Ne baştır o baş... İnsan başı değil, çivi başı! Kılıç başı. Bir gürz. Kırk beş yıllık bu gürzü şimdi çevir bakalım Tezel'e. Sor. "Ne içiyordun sen?" Tezel, koltukaltlarında tutukladığı ellerini tam özgür bırakıyordu, durdu. Şimdi iyice eziyor o elleri koltukaltlarında. Bu yeryüzüyle onu uyuma zorlayacak tek kişi kaldıysa ortada, onun da şimdi burda, Ömer olduğunu düşünerek. İyi ki Aysel yok, diyerek. Eziyor ellerini koltukaltlarında. O elleri titrememeye çağırıyor. "En ucuz deyimle, su gibi viski akıtacakmış ya İlhan bu gece? Ben de hakkını veriyordum... Daha doğrusu, vermek istiyorum da, değerimi bilen yok..." Onun iyi niyetini kötüye kullanmayalım bari. Garsonlardan birinin gözüne çarpabilmek için bakınıyorum. Yok. Tezel'in iyi niyetini ödüllendirmek için değil. O garsonlardan biri, burda bir Ömer'in de varolduğunu görebilsin diye...
TADIMLIK
İntihar etmeyeceksek içelim bari! Tezel'in yardımına koşmam gerek. Sözü buraya getirmesine kızamayacak, bunu söylerken alaylı, vurdumduymaz gülüşüne katılamayacak ya da Tezel'i anlamaya çalışamayacak kadar yorgunum. Bunun da adı, başkalarının an'lık dileklerini an'ında yerine getirmek olmalı. Bir ot. Bir dal. Esinti çıkarsa kımıldar. Yağmurda ıslanır. Güneşte başını ışığa uzatır, pırıldar. Bir araba yanından tozutarak geçerse matlaşır, rengi toprağa yaklaşır. Biri üstüne düşünmeden basabilir. Az sonra da kaldırıp bir duvar kıyısına, bir çukura birikmiş lağımsı suyun içine atabilir. Evet, evet. Tamam. İnsan ise direnir. Kırk beş yıl bile olsa, kırk beş yıl, bataklarda yürürken de hiç çamur sıçratmadan paçalarına, hiç çirkefe batmadan, hiç tozlatmadan üstünü başını, hiç sallanmadan boralarda, fırtınalarda, hiç midesi bulanmadan, hiç başı ağrımadan... Ne baştır o baş... İnsan başı değil, çivi başı! Kılıç başı. Bir gürz. Kırk beş yıllık bu gürzü şimdi çevir bakalım Tezel'e. Sor. "Ne içiyordun sen?" Tezel, koltukaltlarında tutukladığı ellerini tam özgür bırakıyordu, durdu. Şimdi iyice eziyor o elleri koltukaltlarında. Bu yeryüzüyle onu uyuma zorlayacak tek kişi kaldıysa ortada, onun da şimdi burda, Ömer olduğunu düşünerek. İyi ki Aysel yok, diyerek. Eziyor ellerini koltukaltlarında. O elleri titrememeye çağırıyor. "En ucuz deyimle, su gibi viski akıtacakmış ya İlhan bu gece? Ben de hakkını veriyordum... Daha doğrusu, vermek istiyorum da, değerimi bilen yok..." Onun iyi niyetini kötüye kullanmayalım bari. Garsonlardan birinin gözüne çarpabilmek için bakınıyorum. Yok. Tezel'in iyi niyetini ödüllendirmek için değil. O garsonlardan biri, burda bir Ömer'in de varolduğunu görebilsin diye...