Sühreverdi tarikatine mensup Buharalı Mustafa Dede, yerleşip mekân tuttuğu Amasya'da keşfi açık bir zattan şehirdeki fakir bir kadının kızıyla evlenmesi tavsiyesini alır. Bahsedilen kızla evlendiğinde bu kez "Madem ki, sen o fakîrenin kızını aldın. Allah sana ondan öyle bir çocuk versin ki, kemâlâtı, irfânı ve güzelliği her yerde bilinip söylensin. Nâmı, kıyamete dek kalsın, ismi de Hamdullah olsun." müjdesine nail olur. Bir müddet sonra bu müjde tahakkuk eder ve ileride isminin başına 'Şeyh' unvanı ilave edilecek olan Hamdullah dünyaya gelir.
İlim tahsilinin yanı sıra hüsn-i hatta da ilerleyen Şeyh Hamdullah, Amasya Sancağı'na vali olarak gelen Şehzade Bayezid'e yazı dersleri verir. Fatih'in vefatı üzerine tahta çıkan Bayezid, hocasını da İstanbul'a getirtir. Bir sohbet esnasında padişah, saray hazinesinden hat sanatının büyük üstadı Yakûtü'l-Mustâsımî'nin mushaflarını getirtip hocasından ricada bulunur: "Bu tarzdan gayri bir vâdî ihtira olunsaydı iyi olurdu." Şeyh Hamdullah, padişah ricasını işitince hemen inzivâya çekilir, "Hızır Aleyhisselâm'ın da yardımıyla" güzel yazıda kendisine mahsus bir tarz geliştirir. O günden sonra hat sanatında 'Şeyh vâdisi' hâkim olur. Kur'ân-ı Kerîm'in en güzel nüshaları, bu vâdide yetişen İstanbul hattatlarının kalemiyle vücûda gelir. Hatta "Kur'ân-ı Kerîm Hicaz'da nâzil oldu, İstanbul'da yazıldı, Mısır'da okundu." cümlesi cihana yayılır.
Şeyh Hamdullah'tan bugüne İstanbul'da yazılan mushaflardan seçilmiş 99 mushaf, 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti (AKB) faaliyetleri çerçevesinde fotoğrafları, sanat özellikleri ve hikâyeleriyle bir kitapta toplandı. M. Uğur Derman'ın himmetiyle ortaya çıkan 'Doksandokuz İstanbul Mushafı' adlı kitap, Şeyh Hamdullah'ın Topkapı Sarayı Müzesi'nde korunan 1503 tarihli mushafı ile başlıyor, Hasan Rıza Efendi'nin 1911 yılında Sultan Reşad'ın Eyüp Sultan'da yaptırdığı türbesine konulmak üzere yazdığı mushafla tamamlanıyor.
Kitaptaki mushaflar, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Süleymâniye Kütüphanesi, İstanbul Üniversitesi Nâdir Eserler Kütüphanesi, Sakıp Sabancı Müzesi ile özel koleksiyonlardan derlenmiş. Hattatlar, müzehhipler, hat tarihçileri, güzel yazı meraklıları ve klasik sanatlara alâka duyanlar için önemli bir kaynak olan kitapta Osmanlı kitap sanatlarının gelişimini görmek mümkün. Hat sanatı zaman içinde gelişerek kemâlini bulurken tezhip son dönemlerinde Avrupa taklitçiliği ile gerileme kaydediyor. Bu seyri göstermek için kitaba sanat açısından mükemmel olmayan bazı örnekler de alınmış. Kitaptaki fotoğraflar, günümüzün usta hattatlarından Mehmet Özçay tarafından çekilmiş. Kitabın kapağına da 99 rakamını göstermek için yine Özçay'ın kaleminden çıkma iki vav harfi yerleştirilmiş.
'Doksandokuz İstanbul Mushafı'nın en güzel yanlarından biri de Uğur Derman gibi Türk kitap sanatlarının tarihi konusunda üstad bir ismin emeğinin mahsûlü olması. Derman, böyle bir çalışmada hizmetinin geçmesinden dolayı hissettiklerini, merhum Fuat Şemsi İnan'ın "Secde olsam Sana Yâ Rab, yine yetmez şükrüm,/ Yâ Muhammed! Sana mevkûf-i ezeldir ömrüm." beytiyle ifade ediyor. 2010 Avrupa Kültür Başkenti faaliyetlerinin sona erdiği günlerde böyle bir eserin yayımlanması hakkında ise Osmanlı kültüründe güzel biten şeyler hakkında kullanılan ve bir âyet-i kerîmeden mülhem olan 'hitâmühû misk' ifadesini sarf ediyor. 2010 AKB ajansı Gelenekli Sanatlar Yönetmeni Ömer Faruk Şerifoğlu da "Kur'an Hicaz'da nazil oldu, İstanbul'da yazıldı, Kahire'de okundu" ifadesinde adı geçen İstanbul'un kültür başkenti olmasındaki unsurlardan birinin de bu kitap ile tanıtılmış olduğuna dikkat çekiyor.
Yedikuleli Seyyid Abdullah Efendi'nin 1712'de yazdığı Kur'an-ı Kerîm'in cildi de ayrı bir sanat harikası. Cildin dış tarafı siyah deri üzerine tasarlanmış. Ortasındaki şemse ile köşebentleri som altından dantel gibi oyularak kesilmiş ve gerekli yerlere zümrüt, yakut, firuze gibi taşlar yerleştirilmiş.
1642-1698 yılları arasında yaşayan Hafız Osman'ın yazdığı mushaf, günümüzde İstanbul Üniversitesi Nâdir Eserler Kütüphanesi'nde bulunuyor. Son sayfasının altında bulunan mühürden buraya Yıldız Sarayı'ndan geldiği anlaşılıyor. Mushaf, Kanbur Hasan Çelebi tarafından tezhip edilmiş. Yazısı, tezhibi ve cildiyle bir bütün olarak hat sanatının şaheserleri arasına girecek özellikte.
Şeyh Hamdullah'ın oğlu Mustafa Dede tarafından kaleme alınan mushaf, İstanbul Üniversitesi Nâdir Eserler Kütüphanesi'nde muhafaza ediliyor. Sanat değerinin yanı sıra kendini kıymetli kılan bir husus da Sultan Abdülaziz'in tahttan indirildikten sonra bu mushafı okurken bilek damarları kesilerek şehit edilmesi. Bu yüzden sayfaların bazıları kan ile lekelenip silinmiş. Sonuna da bozuk bir Türkçe ile sultanın 'intihar ettiğine dair' şu zabıt düşülmüş: "Hüdâvendigâr Sultan Abdülaziz Hân hazretleri millet-i İslâmiye tarafından hal' olunduğu günün beşinci pazar günü Fer'iyye Sarayı'nda bir sagîr mıkras (küçük makas) ile kendüsini iki kollarının kan damarlarını kesüp irtihâl-i dâr-ı beka eylemişdir. Hudâ rahmet eyleye. Bu Mushaf-ı Şerîf'in bulaşmış olan kan dahî vücudundan akan kan olduğu ma'lûm olmak üzere işbu mahalle şerh ile iktifa kılındı."
Kazasker Seyyid Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan mushafın bir de hikâyesi var. Sultan II. Abdülhamid, evlendikleri gün asıl adı Ayşe Destizar olan Müşfika Kadın Efendi'ye "Sana Kur'an'dan bir isim bulayım." der ve Kur'ân'dan bir sayfa açar. Sağdaki ilk satırda yer alan müşfikûn kelimesini görünce "Senin adın Müşfika olsun." der. Hakikaten ömrünün sonuna kadar Abdülhamid'e müşfik bir hayat arkadaşı olan Müşfika Kadın Efendi, 'efendisi'nin vefatından sonra mushafı türbesine vakfeder. Mushaf, bugün Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nde korunuyor. Kitabın sonunda Abdülhamid Türbesi'ne vakfedildiğini gösteren bir kayıt yer alıyor.
Sühreverdi tarikatine mensup Buharalı Mustafa Dede, yerleşip mekân tuttuğu Amasya'da keşfi açık bir zattan şehirdeki fakir bir kadının kızıyla evlenmesi tavsiyesini alır. Bahsedilen kızla evlendiğinde bu kez "Madem ki, sen o fakîrenin kızını aldın. Allah sana ondan öyle bir çocuk versin ki, kemâlâtı, irfânı ve güzelliği her yerde bilinip söylensin. Nâmı, kıyamete dek kalsın, ismi de Hamdullah olsun." müjdesine nail olur. Bir müddet sonra bu müjde tahakkuk eder ve ileride isminin başına 'Şeyh' unvanı ilave edilecek olan Hamdullah dünyaya gelir.
İlim tahsilinin yanı sıra hüsn-i hatta da ilerleyen Şeyh Hamdullah, Amasya Sancağı'na vali olarak gelen Şehzade Bayezid'e yazı dersleri verir. Fatih'in vefatı üzerine tahta çıkan Bayezid, hocasını da İstanbul'a getirtir. Bir sohbet esnasında padişah, saray hazinesinden hat sanatının büyük üstadı Yakûtü'l-Mustâsımî'nin mushaflarını getirtip hocasından ricada bulunur: "Bu tarzdan gayri bir vâdî ihtira olunsaydı iyi olurdu." Şeyh Hamdullah, padişah ricasını işitince hemen inzivâya çekilir, "Hızır Aleyhisselâm'ın da yardımıyla" güzel yazıda kendisine mahsus bir tarz geliştirir. O günden sonra hat sanatında 'Şeyh vâdisi' hâkim olur. Kur'ân-ı Kerîm'in en güzel nüshaları, bu vâdide yetişen İstanbul hattatlarının kalemiyle vücûda gelir. Hatta "Kur'ân-ı Kerîm Hicaz'da nâzil oldu, İstanbul'da yazıldı, Mısır'da okundu." cümlesi cihana yayılır.
Şeyh Hamdullah'tan bugüne İstanbul'da yazılan mushaflardan seçilmiş 99 mushaf, 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti (AKB) faaliyetleri çerçevesinde fotoğrafları, sanat özellikleri ve hikâyeleriyle bir kitapta toplandı. M. Uğur Derman'ın himmetiyle ortaya çıkan 'Doksandokuz İstanbul Mushafı' adlı kitap, Şeyh Hamdullah'ın Topkapı Sarayı Müzesi'nde korunan 1503 tarihli mushafı ile başlıyor, Hasan Rıza Efendi'nin 1911 yılında Sultan Reşad'ın Eyüp Sultan'da yaptırdığı türbesine konulmak üzere yazdığı mushafla tamamlanıyor.
Kitaptaki mushaflar, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Süleymâniye Kütüphanesi, İstanbul Üniversitesi Nâdir Eserler Kütüphanesi, Sakıp Sabancı Müzesi ile özel koleksiyonlardan derlenmiş. Hattatlar, müzehhipler, hat tarihçileri, güzel yazı meraklıları ve klasik sanatlara alâka duyanlar için önemli bir kaynak olan kitapta Osmanlı kitap sanatlarının gelişimini görmek mümkün. Hat sanatı zaman içinde gelişerek kemâlini bulurken tezhip son dönemlerinde Avrupa taklitçiliği ile gerileme kaydediyor. Bu seyri göstermek için kitaba sanat açısından mükemmel olmayan bazı örnekler de alınmış. Kitaptaki fotoğraflar, günümüzün usta hattatlarından Mehmet Özçay tarafından çekilmiş. Kitabın kapağına da 99 rakamını göstermek için yine Özçay'ın kaleminden çıkma iki vav harfi yerleştirilmiş.
'Doksandokuz İstanbul Mushafı'nın en güzel yanlarından biri de Uğur Derman gibi Türk kitap sanatlarının tarihi konusunda üstad bir ismin emeğinin mahsûlü olması. Derman, böyle bir çalışmada hizmetinin geçmesinden dolayı hissettiklerini, merhum Fuat Şemsi İnan'ın "Secde olsam Sana Yâ Rab, yine yetmez şükrüm,/ Yâ Muhammed! Sana mevkûf-i ezeldir ömrüm." beytiyle ifade ediyor. 2010 Avrupa Kültür Başkenti faaliyetlerinin sona erdiği günlerde böyle bir eserin yayımlanması hakkında ise Osmanlı kültüründe güzel biten şeyler hakkında kullanılan ve bir âyet-i kerîmeden mülhem olan 'hitâmühû misk' ifadesini sarf ediyor. 2010 AKB ajansı Gelenekli Sanatlar Yönetmeni Ömer Faruk Şerifoğlu da "Kur'an Hicaz'da nazil oldu, İstanbul'da yazıldı, Kahire'de okundu" ifadesinde adı geçen İstanbul'un kültür başkenti olmasındaki unsurlardan birinin de bu kitap ile tanıtılmış olduğuna dikkat çekiyor.
Yedikuleli Seyyid Abdullah Efendi'nin 1712'de yazdığı Kur'an-ı Kerîm'in cildi de ayrı bir sanat harikası. Cildin dış tarafı siyah deri üzerine tasarlanmış. Ortasındaki şemse ile köşebentleri som altından dantel gibi oyularak kesilmiş ve gerekli yerlere zümrüt, yakut, firuze gibi taşlar yerleştirilmiş.
1642-1698 yılları arasında yaşayan Hafız Osman'ın yazdığı mushaf, günümüzde İstanbul Üniversitesi Nâdir Eserler Kütüphanesi'nde bulunuyor. Son sayfasının altında bulunan mühürden buraya Yıldız Sarayı'ndan geldiği anlaşılıyor. Mushaf, Kanbur Hasan Çelebi tarafından tezhip edilmiş. Yazısı, tezhibi ve cildiyle bir bütün olarak hat sanatının şaheserleri arasına girecek özellikte.
Şeyh Hamdullah'ın oğlu Mustafa Dede tarafından kaleme alınan mushaf, İstanbul Üniversitesi Nâdir Eserler Kütüphanesi'nde muhafaza ediliyor. Sanat değerinin yanı sıra kendini kıymetli kılan bir husus da Sultan Abdülaziz'in tahttan indirildikten sonra bu mushafı okurken bilek damarları kesilerek şehit edilmesi. Bu yüzden sayfaların bazıları kan ile lekelenip silinmiş. Sonuna da bozuk bir Türkçe ile sultanın 'intihar ettiğine dair' şu zabıt düşülmüş: "Hüdâvendigâr Sultan Abdülaziz Hân hazretleri millet-i İslâmiye tarafından hal' olunduğu günün beşinci pazar günü Fer'iyye Sarayı'nda bir sagîr mıkras (küçük makas) ile kendüsini iki kollarının kan damarlarını kesüp irtihâl-i dâr-ı beka eylemişdir. Hudâ rahmet eyleye. Bu Mushaf-ı Şerîf'in bulaşmış olan kan dahî vücudundan akan kan olduğu ma'lûm olmak üzere işbu mahalle şerh ile iktifa kılındı."
Kazasker Seyyid Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan mushafın bir de hikâyesi var. Sultan II. Abdülhamid, evlendikleri gün asıl adı Ayşe Destizar olan Müşfika Kadın Efendi'ye "Sana Kur'an'dan bir isim bulayım." der ve Kur'ân'dan bir sayfa açar. Sağdaki ilk satırda yer alan müşfikûn kelimesini görünce "Senin adın Müşfika olsun." der. Hakikaten ömrünün sonuna kadar Abdülhamid'e müşfik bir hayat arkadaşı olan Müşfika Kadın Efendi, 'efendisi'nin vefatından sonra mushafı türbesine vakfeder. Mushaf, bugün Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nde korunuyor. Kitabın sonunda Abdülhamid Türbesi'ne vakfedildiğini gösteren bir kayıt yer alıyor.