Kurdeşen, bir ilk roman. Yazar, günümüzde klişeleşmiş “sıkıntı” ve güncel modern bunalım anlatısının aksine sıkıntıyı bir varlık, coğrafya ve kültürel bağlam içinde sorunsallaştıran bir anlatıyla karşımıza çıkıyor. Son dönem revaçta olan “kentli arabesk” depresifliğe karşı kendi coğrafyasından konuşan, nostaljiyi ve folklore dönüştüren, masal biçiminin özü niteliğindeki sözlü kültürle haşır neşir bir ilk roman. Acziyetle kudretin, naiflikle vahşetin “bıçak sırtı” bir dil ve teknikle çatıldığı bir kurmaca.
Kurdeşen, son zamanlardaki hikâye merkezli anlatımı, biçimsel bakımdan hikâyenin gerçek yerine iade eden, roman ile hikâye biçimleri arasında adeta “yeni” bir Anadolu epopesine imza atıyor.
Dedem, ağaçla konuşuyor sandım; bana yüzünü döndüğünde anladım, benimle konuşuyordu. Yağmur çiselemeye başladı, göz göze geldik, “Hadi,” dedi. Bahçeden çıktık. Babam karşımızda duruyordu. Belki de ilk kez üçümüz yalnızdık. Hatırlamıyorum, çocuklar bazı şeyleri hatırlamayı sevmezler, demiştim. “Bahçedeymiş,” dedi dedem. Babama doğru yürüdüm ve sevinçle dedemin bana verdiği bıçağı gösterdim. Zincirden çıkarmaya çalışıyordum ki, “Tamam,” dedi babam. (Babam en çok “tamam” derdi.) Önce bıçağa baktı, sonra dedeme… Bakışları bıçaktan daha keskindi. (Ama ben bunu sonar düşündüm.)
Dedem bıçağı babama değil de bana verdiğinde oğlum daha doğmamıştı, annem kardeşime hamile kalmamıştı, babam ağaçtan düşüp ölmemişti ve ben daha çocuktum.