Bu satırlardan yola çıkarak hukukun yeknesaklaştırılması çabalarına ilişkin tartışmaların, Türkiye'de umumi kanaatin aksine oldukça uzun bir geçmişi olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir. Ventura tarafından 1926 yılında işaret edilen bu gereklilik bugün için bir ütopyadan realiteye dönüşmüş olup, dünyanın en önemli ticari aktörleri satım hukukundan doğan ihtilafların çözümü için ortak bir metin üzerinde uzlaşmış bulunmaktadır.
Ne var ki gerek Ventura'nın gerekse mukayeseli hukukun geleneksel temsilcilerinin mukayeseli hukuka yükledikledikleri yeknesaklaştırıcı misyon, bugün Pierre Legrand'ın temsil ettiği post modern bir görüşçe sert eleştirilere muhatap olmaktadır. Her hukuk sisteminin kendi bütüncül kültürü içinde doğduğunu iddia eden ve kültürleri hukuk sistemlerini de içine alacak bir biçimde katı bir epistemolojik karşıtlık içinde kurgulayan bu post modern yaklaşımın, özellikle kültürlerin (ve büyük ölçüde bu kültürel faktörlerin etkisi altındaki hukuk sistemlerinin) karşıtlığı ve mukayeseye elverişsizliği şeklindeki ön kabule istinad ettiği söylenebilir. Kanun metinlerinin bir hukuk sistemini en alt düzeyde resmettiğini ve yüzeysel bir temsil kabiliyetini haiz olduğunu iddia eden ve hadiselerin vukuuna tekaddüm eden bir hukuk konseptini reddeden, dolayısı ile hukukun bizzat vuku bulan hadiselerden neş'et ettiğini düşünen Legrand a göre, mukayeseli hukukun amacı; farklılıkların ortaya konması/tespiti, organize edilmesi ve daha da ilginci, farklılıkları asimile eden entelektüel eğilime karşı durmak olmalıdır.
En sert eleştirilerini Avrupa da özel hukuk alanındaki uyumlaştırma ve tekleştirme çabalarına yönelten ve Kıta Avrupası ve Anglo-Amerikan hukuk sistemleri arasındaki farklılıklardan hareketle bunun imkânsızlığına vurgu yapan Legrand'ın görüşlerini bir önsözün sınırları içinde ele almanın zorluğu izaha muhtaç değildir. Yeknesaklaştırma karşıtlığında Legrand'ın yalnız olmadığı, muhtemel bir Avrupa Medeni Kanunu'na yönelik lokal, hukuki ve kültürel açıdan güçlü bir muhalefetin bilhassa Almanya daki varlığına ayrıca değinilmelidir. Bu anlamda Türk hukuku açısından da özelde Türk Borçlar Kanunu'nun ifa engellerini düzenleyen hükümlerine, CISG'ın bilhassa ifa engellerine ilişkin öngördüğü -basit sistemin- ne derece misal/örneklik teşkil edeceği hususundaki teklif ve tenkitler için gerek Legrand'ın görüşleri, gerekse bu -basit sistemin- adaletsiz neticeler doğurabileceği yönündeki endişeler daha umumi bir perspektifle ele alındığı takdirde, CISG ın örnekliği üzerine yürütülecek müzakerelerde meselenin bütün yönleriyle ele alınması açısından oluşması gerekli fikri zeminin inşasına mühim bir katkı sunabilir.
Bu satırlardan yola çıkarak hukukun yeknesaklaştırılması çabalarına ilişkin tartışmaların, Türkiye'de umumi kanaatin aksine oldukça uzun bir geçmişi olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir. Ventura tarafından 1926 yılında işaret edilen bu gereklilik bugün için bir ütopyadan realiteye dönüşmüş olup, dünyanın en önemli ticari aktörleri satım hukukundan doğan ihtilafların çözümü için ortak bir metin üzerinde uzlaşmış bulunmaktadır.
Ne var ki gerek Ventura'nın gerekse mukayeseli hukukun geleneksel temsilcilerinin mukayeseli hukuka yükledikledikleri yeknesaklaştırıcı misyon, bugün Pierre Legrand'ın temsil ettiği post modern bir görüşçe sert eleştirilere muhatap olmaktadır. Her hukuk sisteminin kendi bütüncül kültürü içinde doğduğunu iddia eden ve kültürleri hukuk sistemlerini de içine alacak bir biçimde katı bir epistemolojik karşıtlık içinde kurgulayan bu post modern yaklaşımın, özellikle kültürlerin (ve büyük ölçüde bu kültürel faktörlerin etkisi altındaki hukuk sistemlerinin) karşıtlığı ve mukayeseye elverişsizliği şeklindeki ön kabule istinad ettiği söylenebilir. Kanun metinlerinin bir hukuk sistemini en alt düzeyde resmettiğini ve yüzeysel bir temsil kabiliyetini haiz olduğunu iddia eden ve hadiselerin vukuuna tekaddüm eden bir hukuk konseptini reddeden, dolayısı ile hukukun bizzat vuku bulan hadiselerden neş'et ettiğini düşünen Legrand a göre, mukayeseli hukukun amacı; farklılıkların ortaya konması/tespiti, organize edilmesi ve daha da ilginci, farklılıkları asimile eden entelektüel eğilime karşı durmak olmalıdır.
En sert eleştirilerini Avrupa da özel hukuk alanındaki uyumlaştırma ve tekleştirme çabalarına yönelten ve Kıta Avrupası ve Anglo-Amerikan hukuk sistemleri arasındaki farklılıklardan hareketle bunun imkânsızlığına vurgu yapan Legrand'ın görüşlerini bir önsözün sınırları içinde ele almanın zorluğu izaha muhtaç değildir. Yeknesaklaştırma karşıtlığında Legrand'ın yalnız olmadığı, muhtemel bir Avrupa Medeni Kanunu'na yönelik lokal, hukuki ve kültürel açıdan güçlü bir muhalefetin bilhassa Almanya daki varlığına ayrıca değinilmelidir. Bu anlamda Türk hukuku açısından da özelde Türk Borçlar Kanunu'nun ifa engellerini düzenleyen hükümlerine, CISG'ın bilhassa ifa engellerine ilişkin öngördüğü -basit sistemin- ne derece misal/örneklik teşkil edeceği hususundaki teklif ve tenkitler için gerek Legrand'ın görüşleri, gerekse bu -basit sistemin- adaletsiz neticeler doğurabileceği yönündeki endişeler daha umumi bir perspektifle ele alındığı takdirde, CISG ın örnekliği üzerine yürütülecek müzakerelerde meselenin bütün yönleriyle ele alınması açısından oluşması gerekli fikri zeminin inşasına mühim bir katkı sunabilir.