#smrgKİTABEVİ Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Türkiye (Trablusgarp) Libya İlişkileri - 2023

Editör:
Kondisyon:
Yeni
Sunuş / Önsöz / Sonsöz / Giriş:
Basıldığı Matbaa:
Dizi Adı:
ISBN-10:
9751756350
Kargoya Teslim Süresi:
7&15
Hazırlayan:
Cilt:
İplik Dikişli
Stok Kodu:
1199218325
Boyut:
16x24
Sayfa Sayısı:
413
Basım Yeri:
Ankara
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2023
Kapak Türü:
Sert Kapak
Kağıt Türü:
1. Hamur
Dili:
Türkçe
Kategori:
indirimli
620,00
Havale/EFT ile: 601,40
Siparişiniz 7&15 iş günü arasında kargoda
1199218325
604946
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Türkiye (Trablusgarp) Libya İlişkileri   -        2023
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Türkiye (Trablusgarp) Libya İlişkileri - 2023 #smrgKİTABEVİ
620.00
“Libya”, ilk defa Yunanlıların bölge için kullandığı adlardan biri olmakla beraber, bölgenin ilk yerleşimcilerinden Berberî Levâte kabîlesinin adının zaman içinde değişime uğraması sonucunda bu ifadenin ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Osmanlı Türkçesinde kullanılan Trablusu'l-Garb, Trablus-i Garb ve Trablusgarp adları ise, bölgenin Suriye-Lübnan'daki (Doğu) Trablus'tan ayrılmasını sağlama amacına yöneliktir. Batıda yer alan Trablus, bölgeye ticarî amaçla gelen Fenikeliler tarafından kurulmuş ve bölge, M.Ö. V. yüzyılda Kartaca'ya bağlanmıştır. Bingazi ise, M.Ö. 630 yılında bölgeye gelen Yunanlılar tarafından oluşturulan antik Siren şehrinin kurulmasıyla ortaya çıkmıştır. Fenike, Kartaca, Yunan, Roma ve Bizans hâkimiyetlerinden sonra Hz. Ömer devrinde, Amr bin As kumandasındaki ordu 642 yılında Mısır'ın ardından Trablus ve Tunus'a doğru hareket etmiş ve 647'de Ukbe bin Nâfî ile Trablus'ta zafer kazanılmıştır. Oldukça köklü bir tarihe sahip olan bu coğrafyaya Osmanlı Devleti 15 Ağustos 1551'de hâkim olmuş ve Murad Ağa Trablusgarp'e ilk vali olarak atanmıştır. Murad Aga döneminde Fizan'a kadar bugünkü Libya Devleti'nin neredeyse tamamına yakını Osmanlı Devleti hâkimiyetine dâhil edilmiş edilmiştir. 1556'da da Turgut Reis beylerbeyi olarak burada görevlendirilmiştir. Turgut Reis'in dokuz yıllık valiliği Trablusgarp tarihinde önemli bir yer tutmakta olup bu bölgelerde yaşayan kabileler devlete tabii hale getirilmiştir. Libya tarihinde Karamanlılar dönemi ayrı bir öneme haiz olup 1711 yılında Karamanlı Ahmed Bey, Padişahın bu temsilî pozisyondaki “Beylerbeyilik” uygulamasına son verilen bir kararla , “Sultan Naibliği” benzeri bir imtiyaz tevdi edilmesini başarmıştır. .Müteakiben de Mısır'da Kavalalı hanedanında olduğu gibi Trablusgarp'te de bir Karamanlı hanedanı oluşmaya başlamıştır. Libya üç bölgeden müteşekkil olup, birisi Anadolu türkülerine de konu olan Fizan, birisi Trablusgarp ve bir diğeri de Sirenayka'dır. Osmanlı Devleti bu coğrafyanın tamamına çok önem atfetmiştir. Çünkü bu coğrafya Akdeniz güvenliğinin kilit noktası olarak görülmektedir. Bu nedenle de Trablusgarp ve Kuzey Afrika'daki toprakların tamamının müdafaası amacıyla, Anadolu'dan genç erkekler asker olarak Garp Ocakları'na gönderilmiştir. Daha sonraki süreçte Tunus, Cezayir ve Trablusgarp'de görev yapan bu askerlerin yerel halktan kızlarla evlenmesine müsaade edilmeye başlanılmış ve böylece sayıları bugün yüzbinlerle ifade edilen bir “Kuloğlu” aşireti oluşmuştur. Kuloğlu ifadesi günümüzde babaları Anadolu kökenli Türk ve Müslüman asker, anneleri yerel halktan kişiler manasına gelmektedir. Günümüzde ağırlıklı olarak Mısrata, Trablus, Zawiya, Derna ve Zliten ve Bingazi'de yaşayan bu aşiretin hali hazırdaki nüfus durumu net olarak bilinmemekle birlikte 1936 nüfus sayımına göre yaklaşık 35 binlik bir nüfusa sahip olmalarından hareket ederek günümüzde 7 milyona yakın Libya nüfusu içinde bu sayının bir milyonu geçtiğini söylemek mümkündür. ugün Libya'nın Mısrata şehri, Türklerin bütünüyle blok halinde yaşadıkları bir yer. Libya'nın tam ortasında bulunan Akdeniz'in iki sahilinin üzerinde duran Mısrata, yüzölçümü ve nüfusuna göre Libya'nın 3. büyük şehridir. Bu şehirde Kuloğlu/KöroğluTürkaşiretihâkim. II. Abdülhamid zamanında bölgenin artan stratejik önemi doğrultusunda Trablusgarp 'deki aşiret ileri gelenlerinin çocukları ve Kuloğullarından oluşan “Hamîdiye Alayları” kurularak, dışardan gelebilecek emperyalist saldırılara karşı hazırlıklı olunması için bilinçli bir faaliyet yürütülmüştür. Bir taraftan da Trablus, Fizan ve Bingazi'de birer kanaat önderi olan tarikat şeyhleri ve kabile başkanlarına madalyalar ve nişanlar verilip, unvanlar ihdas edilmek suretiyle Osmanlı Devletine bağlılık güçlendirilmeye çalışılmıştır. Fizan Sancağı, Osmanlı Devleti'nin Jön Türkleri sürgün ettiği bir yer olarak acılarla anılan bir bölge olarak tarihe geçmiştir. Ancak talyanların sömürgeci saldırıları karşısında, Fizan'da o sırada sürgünde bulunan tıbbiyeli ve harbiyeli Jön Türkler vilayetin çeşitli alanlarında istihdam edilerek, mevcut şartlar altında kendilerinden istifade edilmek istendiğinde de gönüllü olmakdan asla geri durmamışlar ve bu mücadeleye iştirak etmişleridr. 1908'de II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Trablusgarp halkı bunu o kadar da coşkuyla karşılamamış hatta II. Abdülhamit aleyhine bir gelişme olarak görüp tepki gösteren aşiretler vb olmuştur. Bunun üzerine İttihat ve Terakki tarafından; meşrutiyet idaresinin nimetleri hakkında halkın bilgilendirilerek bir takım asayiş dışı eylemlere son verilmesi amacıyla Eylül 1918'de henüz Kurmay Yüzbaşı olan Mustafa Kemal görevlendirilmiştir. Bu şaşırtıcı görülmemelidir. Zira Mustafa Kemal Paşa II. Meşrutiyet sürecinde bir İttihatçıdır. Mustafa Kemal Paşa burada bulunduğu süre zarfında meydana gelen isyanları bastırmış ve Ocak 1909 ‘da İstanbul'a dönmüştür. Müteakiben de bölgedeki başarısından dolayı İttihat ve Terakki Fırkası kongresinde "Trablusgarp delegesi" seçilmiştir. 1911'de Trablusgarp'in İtalya'nın işgaline maruz kalması üzerine bu defa gönüllü olarak Mustafa Kemal Paşa, Enver ve Nuri Paşa ile birlikte yeniden bölgeye gelmiştir. Burada yürüttüğü stratejik plan ve uygulamalarla İtalyanlara karşı güçlü bir direniş teşkil edebilmek için yerli halktan milis grupları teşkil etmeye çalışmıştır. İtalyan işgalinin ilerleyen zamanlarında 28, 30'lu yaşlarda olan dönemin önde gelen genç Osmanlı kurmaylarından onlarca kişi gönüllü olarak Trablusgarp'taki direnişte aktif bir şekilde görev almaya devam etmişlerdir. Bu süreçte Teşkilât-ı Mahsûsa'nın da, bölgedeki mensupları ile sivil halkdan milis grupları teşkil ederek faaliyet yürüttüğü bir gerçektir. Halktan da efsanevi direnişçiler İtalya'ya karşı Trablusgarp halkının yanında destansı mücadele gerçekleştirmişlerdir. Bunlardan başta geleni Ömer Muhtar ve Şeyh Ahmed Şerîf es-Senûsî ‘dir. Mustafa Kemal Paşa ile İslam dünyasında saygın bir isim olan Şeyh Ahmet es-Senusi arasında başlayan dostluk, daha sonraki süreçte de devam edecektir. Mustafa Kemal Paşanın Trablusgarp'de önde gelen aşiret liderleri ile görüşmeler yaparken genelde büyük bir kararlılık içinde ikna yöntemini tercih etmiş olduğu görülmektedir. Güvenilir din adamlarından gerekli zaman ve zeminde destek almayı da sürdürmüştür. Benzeri davranışların 1919 sonrası için Anadolu iç isyanlarına karşı da aynen uygulanmış olduğu bir gerçektir. Elbette bu süreçte Şeyh Ahmet es- Senusi'nin TBMM emri dâhilinde Güneydoğu Anadolu ve Irak bölgesinde isyan etme ihtimali bulunan aşiretler üzerine nasihatçı olarak gönderilmiş olması da üstünde önemle durulması gereken konular arasındadır. Mondros Mütarekesi sonrasında 15 Kasım 1918 tarihinde Wilson Prensipleri'nin 9. Maddesinde “İtalya'nın sınırları, açıkça belirlenmiş ulusal sınırlar temelinde yeniden çizilmelidir” ibaresi ve 12. Maddede ifade edilen “ Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. ……” selahiyeti doğrultusundaTrablus Cumhuriyeti kurulmuştur.Elbetteki bu durum, Anodolu'daki gelişmelerden bağımsız olmayıp, bölgede Teşkilatı Mahsusanın yoğun faaliyetleri doğrultusunda bu sonuca ulaşılmış olduğu bir gerçektir.Aynı durum 3 ay gibi kısa bir ömrü olsa da 31 Ağustos 1913 de kuruluşu ilan edilen Garbî Trakya Hükûmet-i Muvakkatesi/Batı Trakya Geçici Hükûmeti ile 17-18 Ocak 1919'da kuruluşu ilan edilen Cenub-ı Garbi Kafkas Hükûmet-i Muvakkate-i Milliyesi/Cenub-ı Garbi Kafkas Hükûmet-i Cumhuriyesinin ilan süreçlerine çok benzemekte olup aynı devlet aklı ile bu startejinin uygulanmış olduğunu söylemek mümkündür. 16 Kasım 1918'de Trablusgarp Cumhuriyeti'ni kuran kadrolara baktığımızda da İtalyan işgaline karşı direnişi başlatan birçok ismi görmek mümkündür. Aynen Osmanlı coğrafyası üzerinde kurulmuş olan diğer iki cumhuriyet gibi ömrü uzun olamasa da (1918-1922 ) bu siyasi yapının İslam coğrafyasında emperyalizme karşı bir umut olduğunu söylemek mümkündür. İtalyanların II. Dünya Savaşı devam ederken 1942'de tahliye etmek mecburiyetinde kaldıkları Libya'nın kaderi değişmemiş ve bu defa da İngiliz hâkimiyeti başlamıştır. Türkiye bu gelişmeleri doğru değerlendirebilmek için 13 Nisan 1942'de Genelkurmay Hava Müşaviri Tuğgeneral Şefik Çakmak başkanlığında bir heyeti Libya'ya göndermiştir. O tarihlerde hala Mustafa Kemal Atatürk'ün kültür coğrafyası üzerinde etkin olma stratejisi takip edilmekte olup, henüz Marchall yardımı süreci başlamamıştır. Yani tarih eğitimi hala milli olup, Türkiye'ye bir Akdeniz ülkesi olduğu ve Libya'nın stratejik önemi unutturulmamıştır. İkinci Dünya Savaşı'nda Şeyh Ahmet es- Sunusî'nin yeğeni İdris, İngiltere safındaki devletlere yardım ederken, Libya'nın bağımsızlığı sözünü almıştır. Ancak I.Dünya Savaşında İngiltere ne yaptıysa, II. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında yaptıkları arasında da büyük benzerlikler bulunmaktadır. Bu defa da Libyalılara vermiş oldukları bağımsızlık vaadini yerine getirmemişler ve bağımsızlık taleplerini baskı ve şiddetle bastırmaya çalışmışlardır. Bu süreçte İngilizlerin her daim uygulamakta oldukları parçala - hükmet (divide et impera)şeklindeki stratejileri devreye sokulmuş ve 1949'da Libya, İngiliz, Fransız ve İtalyan imtiyaz bölgeleri olarak üçe bölünmüştür. Bu da Libya halkının büyük tepkisine sebep olmuştur. Türkiye ne yapmaktadır bu tarihlerde? Daha önce de ifade edildiği üzere henüze Türkiye –ABD Anlaşması çok yeni olup, kültür coğrafyası unutulmamıştır. 1947 yılında Trablusgarp'taki Kuloğlu Türkleri, “Türk-Trablus Birliği” adıyla parti kurup Trablusgarp'ın Türkiye ile birleşmesini talep etmişlerdir ki, bu gelişmeyi Ankara'dan bagımsız bir talep olarak degerlendirmek mümkün değildir. Bu gelişmeler üzerine İngiltere ve kısmen de ABD kontrolünün artmaya başladığı BM, Aralık 1949 Libya'nın bağımsızlığını kabul etmek mecburiyetinde kalmıştır. Müteakiben de 21 Aralık 1951'de Bağımsız Libya Krallığı'nın kurulduğu dünyaya ilan edilmiştir. Şeyh İdris, de ilk bağımsız Libya krallığının Muhammed İdrîs b. Muhammed el-Mehdî b. Muhammed b. Alî es-Senûsî adıyla kralı olmuştur. Türkiye Bakanlar Kurulu kararı ile 16 Ocak 1952'de Birleşik Libya Krallığı'nı tanımıştır. Kral İdrîs, 1930-1940 yılları arasında Hakkâri ve Bingöl valiliklerinde bulunan aslen aslen bir Kologlu olup eğtimini Türkiyede almış olan bir Sâdullah Koloğlu'nu İçişleri, Sağlık, Millî Eğitim bakanlıkları görevini takiben başbakanlığa getirmiştir ki, benzeri bir durumu 1921'de Mustafa Kemal Paşa ile Arnavutluk arasındaki dayanışmada da görmek mümkündür. Ortak tarih ve ortak kültüren geliyor olmanın yanı sıra aynı coğrafyanın benzer kaderleri yaşayan iki ülkesi arasındaki bu dayanışmanın son derece akıllıca olduğunu söylemek gerekmektedir. Yirmi iki yıl Türk Dışişleri'nde matbuat ve hukuk müşavirliği yanı sıra bakanlık mütercimliği görevinde bulunan Abdullah Busayri'nin Dışişleri bakanı, ardından bir nevi kral nâibliğiyle Trablusgarp valisi tayin edilmesi, Sadullah Koloğlu ‘nun kralın talebi ve Türk hükümetinin izniyle ilk başbakanlık görevini üstlenip 1952'ye kadar sürdürmüş olması elbetteki tesadüfi gelişmeler değildir. Çok uzun yıllara dayanan ön hazırlıklar gerektirmekte olup, Türkiye'nin Libya ile yakından ilgilendiğini göstermektedir. Ekim 1953'te Türk Elçiliği'nin açılması ile iki ülke arasındaki siyasi ilişkiler yeniden başlamıştır. Ardından gerçekleşen üst düzey ziyaretler, iki ülke arasındaki ilişkileri daha ileri bir siyasi aşamaya taşımaya başlamıştır. Elbetteki bu gelişmeler dikkatle takip edilmekte olup, Türkiye'nin siyasi ve ekonmik, külütrel ilişkilerle de olsa bölgeye yeniden dönüşüne izin verilmek istenmemektedir. Nitekim 1969 yılında Muammer Kaddafi'nin bir askeri darbe ile iktidara gelmesi sonrasında ülkenin adı kalıcı bir şekilde Libya olarak değiştirilmiş ve Türkiye ile ilişkiler kısmi olarak duraklama sürecine girmiştir. Burada Kaddafi'nin de Türkiye'deki Kara Harp Okulundan meznun olup iyi derecde Türkçe konuşup yazdığını belirtmekte fayda vardır.Zaten 1974'teki Kıbrıs Barış Harekâtı'yla birlikte Libya –Türkiye arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerde daha güçlü bir canlanma dönemine tekrar girilmiş olması da bunu göstermektedir.Libya, Kıbrıs Türklerinin imdadına koşan Türk askerine, Batılı güçlerin yoğun tepkisine rağmen askeri destek veren çok az sayıdaki dost ülkelerden birisi olmuştur. Ancak yine de Libya ve Türkiye arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkiler batının yoğun kontrol ve baskısı altında hiçbir zaman için tarihten gelen yakınlık ekseninde bir gelişme gösterememiştir. Zaman zaman yaşanan ciddi krizlere rağmen yaklaşık 40 yıl iktidarda kalan Kaddafi'nin 2011'deki batı destekli iç savaş sonrasında sona ermesine kadar Türkiye-Libya siyasi ve ekonomik ilişkileri yine de devam ettirilmeye çalışılmıştır. Bu hadiseyi müteakiben iç savaşın giderek tırmanması üzerine Libya'daki Ulusal Mutabakat Hükümeti arasında 27 Kasım 2019'da "Güvenlik ve İşbirliği Mutabakat Muhtırası" ile "Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası" imzalanmış ve müteakiben Ulusal Mutabakat Hükümeti, Türkiye'den resmi olarak askeri destek ve yardım talep etmiştir. Gnr. Hafter'in hukuk dışı işgalinin yayılması karşısında Türkiye bu talebe olumlu cevap vermiştir. Bu daveti takiben gerçekleşmiş olan Türkiye'nin Libya'daki askeri desteği, BM nezdinde meşruiyeti tanınan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti'nin (UMH) ayakta kalmasını sağlamak amacına yöneliktir. Aynı zamanda ülke halkının emperyalist güçlere karşı birlik ve bütünlüğünü korumak, bağımsızlığını ve iç barışını garanti altına almak anlamına gelmekte olup, bu süreç Libya'da normalleşme süreci bütünüyle tamamlanıncaya kadar sürdürülecek gibi görünmektedir Libya, stratejik önemi hasebiyle Türk tarihinde her daim özel bir yere sahip olmuş ve 21.yy'da da hali hazırda bu süreç devam etmektedir. Aralarında temelde din ve tarih yakınlığı bulunan bu iki devlet, zaman içinde geliştirdikleri ilişkilerle, ortak bir tarih ve kültür birliği ihdas etmeye çalışmaya devam etmektedirler. Bu biraz mücadeleyi ve sabrı gerektirmektedir. Zira II. Dünya Savaşı sonrasında gerek Libya'ya ve gerekse de Türkiye'ye biçilen roller gereğince iki devlet ve halkı birbirinden uzaklaştırılmıştır. Bu baskı ve yönlendirme Türkiye üzerinde çok daha yoğun biçimde yaşanmış ve I.Dünya Savaşı'nda Araplar, Osmanlıya isyan etti ifadesi ekseninde Ortadoğu'dan bütünüyle koparılmaya çalışılmıştır. Arap coğrafyasında da Osmanlı sizi yüzyıllarca acımasız bir şekilde sömürdüğü için bu kadar geri kaldınız tekerlemesi eğitim sistemi ile genç beyinlere nakşedilmeye devam edilmiş ve böylece bir Türkiye düşmanlığı oluşturulmaya çalışılmıştır. Böylece Türkiye'ye neredeyse Akdeniz'de önemli bir sahildar ülke olduğu gerçeği unutturulurken, bölge ile ilgili her türlü siyasi, sosyal ve ekenomik ilişkileri çok zayıflatılmıştır. Ancak yine de Türkiye –Libya sevgisinin sözlü kültür öğeleri ile hala çok canlı muhafaza edildiği görülmektedir. Yani Libya, Türk insanının geçmişten geleceğe taşıdığı tarih ve kültür hazinesi ve bulmaya azmettiği yitik hafızasının önemli bir kısmı olup bu çalışma ile en azından değişmeyen hakikat olan tarihin ışığında hafızamızı güçlendirmek amaçlanmaktadır. Batı tipi emperyalizm de yine son sözü söylemek üzere bütün İslam coğrafyasında maşa olarak kullanmakta olduğu selefiliği bu bölgede de güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle ilgili bölümler sebep sonuç ilişkisi kapsamında değerlendirilmiş olup, tarihi bilgiler ışığında günümüz Libya-Türkiye ilişkilerine bir nebze de olsa katkı sağlanabileceği umut edilmektedir. Unutmayalım ki bu coğrafyada tarih dün –bugün ve yarın şeklinde tekerrür etme eğilimindedir. Eger tarihin 100 yıl öncesinde olduğu gibi tekerrür etmesini istemiyorsak bu süreci çok iyi analiz etmek gerekmektedir.
“Libya”, ilk defa Yunanlıların bölge için kullandığı adlardan biri olmakla beraber, bölgenin ilk yerleşimcilerinden Berberî Levâte kabîlesinin adının zaman içinde değişime uğraması sonucunda bu ifadenin ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Osmanlı Türkçesinde kullanılan Trablusu'l-Garb, Trablus-i Garb ve Trablusgarp adları ise, bölgenin Suriye-Lübnan'daki (Doğu) Trablus'tan ayrılmasını sağlama amacına yöneliktir. Batıda yer alan Trablus, bölgeye ticarî amaçla gelen Fenikeliler tarafından kurulmuş ve bölge, M.Ö. V. yüzyılda Kartaca'ya bağlanmıştır. Bingazi ise, M.Ö. 630 yılında bölgeye gelen Yunanlılar tarafından oluşturulan antik Siren şehrinin kurulmasıyla ortaya çıkmıştır. Fenike, Kartaca, Yunan, Roma ve Bizans hâkimiyetlerinden sonra Hz. Ömer devrinde, Amr bin As kumandasındaki ordu 642 yılında Mısır'ın ardından Trablus ve Tunus'a doğru hareket etmiş ve 647'de Ukbe bin Nâfî ile Trablus'ta zafer kazanılmıştır. Oldukça köklü bir tarihe sahip olan bu coğrafyaya Osmanlı Devleti 15 Ağustos 1551'de hâkim olmuş ve Murad Ağa Trablusgarp'e ilk vali olarak atanmıştır. Murad Aga döneminde Fizan'a kadar bugünkü Libya Devleti'nin neredeyse tamamına yakını Osmanlı Devleti hâkimiyetine dâhil edilmiş edilmiştir. 1556'da da Turgut Reis beylerbeyi olarak burada görevlendirilmiştir. Turgut Reis'in dokuz yıllık valiliği Trablusgarp tarihinde önemli bir yer tutmakta olup bu bölgelerde yaşayan kabileler devlete tabii hale getirilmiştir. Libya tarihinde Karamanlılar dönemi ayrı bir öneme haiz olup 1711 yılında Karamanlı Ahmed Bey, Padişahın bu temsilî pozisyondaki “Beylerbeyilik” uygulamasına son verilen bir kararla , “Sultan Naibliği” benzeri bir imtiyaz tevdi edilmesini başarmıştır. .Müteakiben de Mısır'da Kavalalı hanedanında olduğu gibi Trablusgarp'te de bir Karamanlı hanedanı oluşmaya başlamıştır. Libya üç bölgeden müteşekkil olup, birisi Anadolu türkülerine de konu olan Fizan, birisi Trablusgarp ve bir diğeri de Sirenayka'dır. Osmanlı Devleti bu coğrafyanın tamamına çok önem atfetmiştir. Çünkü bu coğrafya Akdeniz güvenliğinin kilit noktası olarak görülmektedir. Bu nedenle de Trablusgarp ve Kuzey Afrika'daki toprakların tamamının müdafaası amacıyla, Anadolu'dan genç erkekler asker olarak Garp Ocakları'na gönderilmiştir. Daha sonraki süreçte Tunus, Cezayir ve Trablusgarp'de görev yapan bu askerlerin yerel halktan kızlarla evlenmesine müsaade edilmeye başlanılmış ve böylece sayıları bugün yüzbinlerle ifade edilen bir “Kuloğlu” aşireti oluşmuştur. Kuloğlu ifadesi günümüzde babaları Anadolu kökenli Türk ve Müslüman asker, anneleri yerel halktan kişiler manasına gelmektedir. Günümüzde ağırlıklı olarak Mısrata, Trablus, Zawiya, Derna ve Zliten ve Bingazi'de yaşayan bu aşiretin hali hazırdaki nüfus durumu net olarak bilinmemekle birlikte 1936 nüfus sayımına göre yaklaşık 35 binlik bir nüfusa sahip olmalarından hareket ederek günümüzde 7 milyona yakın Libya nüfusu içinde bu sayının bir milyonu geçtiğini söylemek mümkündür. ugün Libya'nın Mısrata şehri, Türklerin bütünüyle blok halinde yaşadıkları bir yer. Libya'nın tam ortasında bulunan Akdeniz'in iki sahilinin üzerinde duran Mısrata, yüzölçümü ve nüfusuna göre Libya'nın 3. büyük şehridir. Bu şehirde Kuloğlu/KöroğluTürkaşiretihâkim. II. Abdülhamid zamanında bölgenin artan stratejik önemi doğrultusunda Trablusgarp 'deki aşiret ileri gelenlerinin çocukları ve Kuloğullarından oluşan “Hamîdiye Alayları” kurularak, dışardan gelebilecek emperyalist saldırılara karşı hazırlıklı olunması için bilinçli bir faaliyet yürütülmüştür. Bir taraftan da Trablus, Fizan ve Bingazi'de birer kanaat önderi olan tarikat şeyhleri ve kabile başkanlarına madalyalar ve nişanlar verilip, unvanlar ihdas edilmek suretiyle Osmanlı Devletine bağlılık güçlendirilmeye çalışılmıştır. Fizan Sancağı, Osmanlı Devleti'nin Jön Türkleri sürgün ettiği bir yer olarak acılarla anılan bir bölge olarak tarihe geçmiştir. Ancak talyanların sömürgeci saldırıları karşısında, Fizan'da o sırada sürgünde bulunan tıbbiyeli ve harbiyeli Jön Türkler vilayetin çeşitli alanlarında istihdam edilerek, mevcut şartlar altında kendilerinden istifade edilmek istendiğinde de gönüllü olmakdan asla geri durmamışlar ve bu mücadeleye iştirak etmişleridr. 1908'de II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Trablusgarp halkı bunu o kadar da coşkuyla karşılamamış hatta II. Abdülhamit aleyhine bir gelişme olarak görüp tepki gösteren aşiretler vb olmuştur. Bunun üzerine İttihat ve Terakki tarafından; meşrutiyet idaresinin nimetleri hakkında halkın bilgilendirilerek bir takım asayiş dışı eylemlere son verilmesi amacıyla Eylül 1918'de henüz Kurmay Yüzbaşı olan Mustafa Kemal görevlendirilmiştir. Bu şaşırtıcı görülmemelidir. Zira Mustafa Kemal Paşa II. Meşrutiyet sürecinde bir İttihatçıdır. Mustafa Kemal Paşa burada bulunduğu süre zarfında meydana gelen isyanları bastırmış ve Ocak 1909 ‘da İstanbul'a dönmüştür. Müteakiben de bölgedeki başarısından dolayı İttihat ve Terakki Fırkası kongresinde "Trablusgarp delegesi" seçilmiştir. 1911'de Trablusgarp'in İtalya'nın işgaline maruz kalması üzerine bu defa gönüllü olarak Mustafa Kemal Paşa, Enver ve Nuri Paşa ile birlikte yeniden bölgeye gelmiştir. Burada yürüttüğü stratejik plan ve uygulamalarla İtalyanlara karşı güçlü bir direniş teşkil edebilmek için yerli halktan milis grupları teşkil etmeye çalışmıştır. İtalyan işgalinin ilerleyen zamanlarında 28, 30'lu yaşlarda olan dönemin önde gelen genç Osmanlı kurmaylarından onlarca kişi gönüllü olarak Trablusgarp'taki direnişte aktif bir şekilde görev almaya devam etmişlerdir. Bu süreçte Teşkilât-ı Mahsûsa'nın da, bölgedeki mensupları ile sivil halkdan milis grupları teşkil ederek faaliyet yürüttüğü bir gerçektir. Halktan da efsanevi direnişçiler İtalya'ya karşı Trablusgarp halkının yanında destansı mücadele gerçekleştirmişlerdir. Bunlardan başta geleni Ömer Muhtar ve Şeyh Ahmed Şerîf es-Senûsî ‘dir. Mustafa Kemal Paşa ile İslam dünyasında saygın bir isim olan Şeyh Ahmet es-Senusi arasında başlayan dostluk, daha sonraki süreçte de devam edecektir. Mustafa Kemal Paşanın Trablusgarp'de önde gelen aşiret liderleri ile görüşmeler yaparken genelde büyük bir kararlılık içinde ikna yöntemini tercih etmiş olduğu görülmektedir. Güvenilir din adamlarından gerekli zaman ve zeminde destek almayı da sürdürmüştür. Benzeri davranışların 1919 sonrası için Anadolu iç isyanlarına karşı da aynen uygulanmış olduğu bir gerçektir. Elbette bu süreçte Şeyh Ahmet es- Senusi'nin TBMM emri dâhilinde Güneydoğu Anadolu ve Irak bölgesinde isyan etme ihtimali bulunan aşiretler üzerine nasihatçı olarak gönderilmiş olması da üstünde önemle durulması gereken konular arasındadır. Mondros Mütarekesi sonrasında 15 Kasım 1918 tarihinde Wilson Prensipleri'nin 9. Maddesinde “İtalya'nın sınırları, açıkça belirlenmiş ulusal sınırlar temelinde yeniden çizilmelidir” ibaresi ve 12. Maddede ifade edilen “ Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. ……” selahiyeti doğrultusundaTrablus Cumhuriyeti kurulmuştur.Elbetteki bu durum, Anodolu'daki gelişmelerden bağımsız olmayıp, bölgede Teşkilatı Mahsusanın yoğun faaliyetleri doğrultusunda bu sonuca ulaşılmış olduğu bir gerçektir.Aynı durum 3 ay gibi kısa bir ömrü olsa da 31 Ağustos 1913 de kuruluşu ilan edilen Garbî Trakya Hükûmet-i Muvakkatesi/Batı Trakya Geçici Hükûmeti ile 17-18 Ocak 1919'da kuruluşu ilan edilen Cenub-ı Garbi Kafkas Hükûmet-i Muvakkate-i Milliyesi/Cenub-ı Garbi Kafkas Hükûmet-i Cumhuriyesinin ilan süreçlerine çok benzemekte olup aynı devlet aklı ile bu startejinin uygulanmış olduğunu söylemek mümkündür. 16 Kasım 1918'de Trablusgarp Cumhuriyeti'ni kuran kadrolara baktığımızda da İtalyan işgaline karşı direnişi başlatan birçok ismi görmek mümkündür. Aynen Osmanlı coğrafyası üzerinde kurulmuş olan diğer iki cumhuriyet gibi ömrü uzun olamasa da (1918-1922 ) bu siyasi yapının İslam coğrafyasında emperyalizme karşı bir umut olduğunu söylemek mümkündür. İtalyanların II. Dünya Savaşı devam ederken 1942'de tahliye etmek mecburiyetinde kaldıkları Libya'nın kaderi değişmemiş ve bu defa da İngiliz hâkimiyeti başlamıştır. Türkiye bu gelişmeleri doğru değerlendirebilmek için 13 Nisan 1942'de Genelkurmay Hava Müşaviri Tuğgeneral Şefik Çakmak başkanlığında bir heyeti Libya'ya göndermiştir. O tarihlerde hala Mustafa Kemal Atatürk'ün kültür coğrafyası üzerinde etkin olma stratejisi takip edilmekte olup, henüz Marchall yardımı süreci başlamamıştır. Yani tarih eğitimi hala milli olup, Türkiye'ye bir Akdeniz ülkesi olduğu ve Libya'nın stratejik önemi unutturulmamıştır. İkinci Dünya Savaşı'nda Şeyh Ahmet es- Sunusî'nin yeğeni İdris, İngiltere safındaki devletlere yardım ederken, Libya'nın bağımsızlığı sözünü almıştır. Ancak I.Dünya Savaşında İngiltere ne yaptıysa, II. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında yaptıkları arasında da büyük benzerlikler bulunmaktadır. Bu defa da Libyalılara vermiş oldukları bağımsızlık vaadini yerine getirmemişler ve bağımsızlık taleplerini baskı ve şiddetle bastırmaya çalışmışlardır. Bu süreçte İngilizlerin her daim uygulamakta oldukları parçala - hükmet (divide et impera)şeklindeki stratejileri devreye sokulmuş ve 1949'da Libya, İngiliz, Fransız ve İtalyan imtiyaz bölgeleri olarak üçe bölünmüştür. Bu da Libya halkının büyük tepkisine sebep olmuştur. Türkiye ne yapmaktadır bu tarihlerde? Daha önce de ifade edildiği üzere henüze Türkiye –ABD Anlaşması çok yeni olup, kültür coğrafyası unutulmamıştır. 1947 yılında Trablusgarp'taki Kuloğlu Türkleri, “Türk-Trablus Birliği” adıyla parti kurup Trablusgarp'ın Türkiye ile birleşmesini talep etmişlerdir ki, bu gelişmeyi Ankara'dan bagımsız bir talep olarak degerlendirmek mümkün değildir. Bu gelişmeler üzerine İngiltere ve kısmen de ABD kontrolünün artmaya başladığı BM, Aralık 1949 Libya'nın bağımsızlığını kabul etmek mecburiyetinde kalmıştır. Müteakiben de 21 Aralık 1951'de Bağımsız Libya Krallığı'nın kurulduğu dünyaya ilan edilmiştir. Şeyh İdris, de ilk bağımsız Libya krallığının Muhammed İdrîs b. Muhammed el-Mehdî b. Muhammed b. Alî es-Senûsî adıyla kralı olmuştur. Türkiye Bakanlar Kurulu kararı ile 16 Ocak 1952'de Birleşik Libya Krallığı'nı tanımıştır. Kral İdrîs, 1930-1940 yılları arasında Hakkâri ve Bingöl valiliklerinde bulunan aslen aslen bir Kologlu olup eğtimini Türkiyede almış olan bir Sâdullah Koloğlu'nu İçişleri, Sağlık, Millî Eğitim bakanlıkları görevini takiben başbakanlığa getirmiştir ki, benzeri bir durumu 1921'de Mustafa Kemal Paşa ile Arnavutluk arasındaki dayanışmada da görmek mümkündür. Ortak tarih ve ortak kültüren geliyor olmanın yanı sıra aynı coğrafyanın benzer kaderleri yaşayan iki ülkesi arasındaki bu dayanışmanın son derece akıllıca olduğunu söylemek gerekmektedir. Yirmi iki yıl Türk Dışişleri'nde matbuat ve hukuk müşavirliği yanı sıra bakanlık mütercimliği görevinde bulunan Abdullah Busayri'nin Dışişleri bakanı, ardından bir nevi kral nâibliğiyle Trablusgarp valisi tayin edilmesi, Sadullah Koloğlu ‘nun kralın talebi ve Türk hükümetinin izniyle ilk başbakanlık görevini üstlenip 1952'ye kadar sürdürmüş olması elbetteki tesadüfi gelişmeler değildir. Çok uzun yıllara dayanan ön hazırlıklar gerektirmekte olup, Türkiye'nin Libya ile yakından ilgilendiğini göstermektedir. Ekim 1953'te Türk Elçiliği'nin açılması ile iki ülke arasındaki siyasi ilişkiler yeniden başlamıştır. Ardından gerçekleşen üst düzey ziyaretler, iki ülke arasındaki ilişkileri daha ileri bir siyasi aşamaya taşımaya başlamıştır. Elbetteki bu gelişmeler dikkatle takip edilmekte olup, Türkiye'nin siyasi ve ekonmik, külütrel ilişkilerle de olsa bölgeye yeniden dönüşüne izin verilmek istenmemektedir. Nitekim 1969 yılında Muammer Kaddafi'nin bir askeri darbe ile iktidara gelmesi sonrasında ülkenin adı kalıcı bir şekilde Libya olarak değiştirilmiş ve Türkiye ile ilişkiler kısmi olarak duraklama sürecine girmiştir. Burada Kaddafi'nin de Türkiye'deki Kara Harp Okulundan meznun olup iyi derecde Türkçe konuşup yazdığını belirtmekte fayda vardır.Zaten 1974'teki Kıbrıs Barış Harekâtı'yla birlikte Libya –Türkiye arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerde daha güçlü bir canlanma dönemine tekrar girilmiş olması da bunu göstermektedir.Libya, Kıbrıs Türklerinin imdadına koşan Türk askerine, Batılı güçlerin yoğun tepkisine rağmen askeri destek veren çok az sayıdaki dost ülkelerden birisi olmuştur. Ancak yine de Libya ve Türkiye arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkiler batının yoğun kontrol ve baskısı altında hiçbir zaman için tarihten gelen yakınlık ekseninde bir gelişme gösterememiştir. Zaman zaman yaşanan ciddi krizlere rağmen yaklaşık 40 yıl iktidarda kalan Kaddafi'nin 2011'deki batı destekli iç savaş sonrasında sona ermesine kadar Türkiye-Libya siyasi ve ekonomik ilişkileri yine de devam ettirilmeye çalışılmıştır. Bu hadiseyi müteakiben iç savaşın giderek tırmanması üzerine Libya'daki Ulusal Mutabakat Hükümeti arasında 27 Kasım 2019'da "Güvenlik ve İşbirliği Mutabakat Muhtırası" ile "Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası" imzalanmış ve müteakiben Ulusal Mutabakat Hükümeti, Türkiye'den resmi olarak askeri destek ve yardım talep etmiştir. Gnr. Hafter'in hukuk dışı işgalinin yayılması karşısında Türkiye bu talebe olumlu cevap vermiştir. Bu daveti takiben gerçekleşmiş olan Türkiye'nin Libya'daki askeri desteği, BM nezdinde meşruiyeti tanınan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti'nin (UMH) ayakta kalmasını sağlamak amacına yöneliktir. Aynı zamanda ülke halkının emperyalist güçlere karşı birlik ve bütünlüğünü korumak, bağımsızlığını ve iç barışını garanti altına almak anlamına gelmekte olup, bu süreç Libya'da normalleşme süreci bütünüyle tamamlanıncaya kadar sürdürülecek gibi görünmektedir Libya, stratejik önemi hasebiyle Türk tarihinde her daim özel bir yere sahip olmuş ve 21.yy'da da hali hazırda bu süreç devam etmektedir. Aralarında temelde din ve tarih yakınlığı bulunan bu iki devlet, zaman içinde geliştirdikleri ilişkilerle, ortak bir tarih ve kültür birliği ihdas etmeye çalışmaya devam etmektedirler. Bu biraz mücadeleyi ve sabrı gerektirmektedir. Zira II. Dünya Savaşı sonrasında gerek Libya'ya ve gerekse de Türkiye'ye biçilen roller gereğince iki devlet ve halkı birbirinden uzaklaştırılmıştır. Bu baskı ve yönlendirme Türkiye üzerinde çok daha yoğun biçimde yaşanmış ve I.Dünya Savaşı'nda Araplar, Osmanlıya isyan etti ifadesi ekseninde Ortadoğu'dan bütünüyle koparılmaya çalışılmıştır. Arap coğrafyasında da Osmanlı sizi yüzyıllarca acımasız bir şekilde sömürdüğü için bu kadar geri kaldınız tekerlemesi eğitim sistemi ile genç beyinlere nakşedilmeye devam edilmiş ve böylece bir Türkiye düşmanlığı oluşturulmaya çalışılmıştır. Böylece Türkiye'ye neredeyse Akdeniz'de önemli bir sahildar ülke olduğu gerçeği unutturulurken, bölge ile ilgili her türlü siyasi, sosyal ve ekenomik ilişkileri çok zayıflatılmıştır. Ancak yine de Türkiye –Libya sevgisinin sözlü kültür öğeleri ile hala çok canlı muhafaza edildiği görülmektedir. Yani Libya, Türk insanının geçmişten geleceğe taşıdığı tarih ve kültür hazinesi ve bulmaya azmettiği yitik hafızasının önemli bir kısmı olup bu çalışma ile en azından değişmeyen hakikat olan tarihin ışığında hafızamızı güçlendirmek amaçlanmaktadır. Batı tipi emperyalizm de yine son sözü söylemek üzere bütün İslam coğrafyasında maşa olarak kullanmakta olduğu selefiliği bu bölgede de güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle ilgili bölümler sebep sonuç ilişkisi kapsamında değerlendirilmiş olup, tarihi bilgiler ışığında günümüz Libya-Türkiye ilişkilerine bir nebze de olsa katkı sağlanabileceği umut edilmektedir. Unutmayalım ki bu coğrafyada tarih dün –bugün ve yarın şeklinde tekerrür etme eğilimindedir. Eger tarihin 100 yıl öncesinde olduğu gibi tekerrür etmesini istemiyorsak bu süreci çok iyi analiz etmek gerekmektedir.
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat