#smrgKİTABEVİ Partiler Birer İnsan Olsaydı: Karşılıklı Algılar - Seni Kategorize Ettik -
İktidar seçmenin iradesiyle belirleniyor. O irade ise, seçmenin zihninde oluşan algının oya dönüşmüş biçimi!
Topluma dayatılan ve genellikle içi boşaltılmış kavramlar, yoğun iletişim aracılığıyla siyasetin neredeyse tamamen algılar üzerinden yürütülmesine yol açıyor. Gerçek ikinci plana düşüyor. Örneğin olumlu bir önerinin veya bir olumsuzluğun gerçekten yapılıp yapılmamış olmasının önemi ikinci derecede; esas önemli olan, seçmenin bu gerçeklere inanıp inanmaması!
İşte tam da bu nedenle örneğin savaşı bilerek çıkaran bir politikacı, o savaştan zarar görenlerce sığınılacak liman gibi algılanan bir politikacı olabiliyor.
Eldeki kitap, “politika - toplumsal algı” ikilisinin kimi yönlerini, Türkiye siyasası bağlamında, okurun dikkatine sunuyor.
Üç bölümden oluşan kitapta ilk bölüm, parlamentoda yer alan dört partiden her birinin, hem kendi seçmenleri hem diğer partilerin seçmenleri tarafından, bazı siyasal özellikler ekseninde nasıl algılandığını ele alıyor. İkinci bölümde aynı parti ve seçmenlerin kendilerini ve birbirlerini sol - sağ ekseni üzerinde hangi konumlarda algıladıkları inceleniyor.
Seçmen, başka bir dizi motivasyon kaynağı dışında, kendine en çok benzeyen veya kendini özdeşleştirmeye eğilimli olduğu partiye oy vermeye yönelir. “Partiler birer insan olsa” hangi özellikleri taşırdı? Bunun yanıtı da son bölümde veriliyor.
Çoğunluğun, kendini niye kırdan kopmuş ama kentli olamamış; göçtüğü kentte tutunma çabasıyla işine inatla asılan, iş bitirici ama bu bağlamda etik ilkeleri pek takmayan, az güvenilir olarak algıladığı “kişi - parti” ile özdeşleştirdiğini sosyolojik yapımız açıklamıyor mu?
Ekonomik konjonktür falan bir yana, yukarıdaki prototip sizce niye etik ilkelerini kendine pranga yapan, güvenilir ama çabuk yorulup vazgeçen yerleşik kentli olarak algılananı hep yeniyor?
İktidar seçmenin iradesiyle belirleniyor. O irade ise, seçmenin zihninde oluşan algının oya dönüşmüş biçimi!
Topluma dayatılan ve genellikle içi boşaltılmış kavramlar, yoğun iletişim aracılığıyla siyasetin neredeyse tamamen algılar üzerinden yürütülmesine yol açıyor. Gerçek ikinci plana düşüyor. Örneğin olumlu bir önerinin veya bir olumsuzluğun gerçekten yapılıp yapılmamış olmasının önemi ikinci derecede; esas önemli olan, seçmenin bu gerçeklere inanıp inanmaması!
İşte tam da bu nedenle örneğin savaşı bilerek çıkaran bir politikacı, o savaştan zarar görenlerce sığınılacak liman gibi algılanan bir politikacı olabiliyor.
Eldeki kitap, “politika - toplumsal algı” ikilisinin kimi yönlerini, Türkiye siyasası bağlamında, okurun dikkatine sunuyor.
Üç bölümden oluşan kitapta ilk bölüm, parlamentoda yer alan dört partiden her birinin, hem kendi seçmenleri hem diğer partilerin seçmenleri tarafından, bazı siyasal özellikler ekseninde nasıl algılandığını ele alıyor. İkinci bölümde aynı parti ve seçmenlerin kendilerini ve birbirlerini sol - sağ ekseni üzerinde hangi konumlarda algıladıkları inceleniyor.
Seçmen, başka bir dizi motivasyon kaynağı dışında, kendine en çok benzeyen veya kendini özdeşleştirmeye eğilimli olduğu partiye oy vermeye yönelir. “Partiler birer insan olsa” hangi özellikleri taşırdı? Bunun yanıtı da son bölümde veriliyor.
Çoğunluğun, kendini niye kırdan kopmuş ama kentli olamamış; göçtüğü kentte tutunma çabasıyla işine inatla asılan, iş bitirici ama bu bağlamda etik ilkeleri pek takmayan, az güvenilir olarak algıladığı “kişi - parti” ile özdeşleştirdiğini sosyolojik yapımız açıklamıyor mu?
Ekonomik konjonktür falan bir yana, yukarıdaki prototip sizce niye etik ilkelerini kendine pranga yapan, güvenilir ama çabuk yorulup vazgeçen yerleşik kentli olarak algılananı hep yeniyor?