Partisyon Müzik ve Düşünce Dergisi - Dosya: Bir Silah Olarak Müzik - Sayı: 2 Temmuz, Ağustos, Eylül

Hazırlayan:
Genel Yayın Yönetmeni: Sami Yenice; Editör: Yılmaz Anıl Baskı
Stok Kodu:
1199039475
Boyut:
16x24
Sayfa Sayısı:
115 s.
Basım Yeri:
Ankara
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2014
Kapak Türü:
Karton Kapak
Kağıt Türü:
3. Hamur
Dili:
Türkçe
0,00
1199039475
425504
Partisyon Müzik ve Düşünce Dergisi - Dosya: Bir Silah Olarak Müzik - Sayı: 2      Temmuz, Ağustos, Eylül
Partisyon Müzik ve Düşünce Dergisi - Dosya: Bir Silah Olarak Müzik - Sayı: 2 Temmuz, Ağustos, Eylül
0.00
Sanat ile ideoloji arasındaki ilişki, sadece sanat eserinin toplumsal meseleleri işlemesi ya da herhangi bir ideolojiyi temsil etmesinde değil, sanat eserinin salt kendisi olarak eleştirel bilinci harekete geçirmesinde ve kapitalist mantık içindeki metalaşmış durumunda aranmalıdır. Sanat aslında sahip olduğu estetik özellik dışında pek çok öğeye sahiptir. Hayatın içindeki birçok olgu gibi ilişki kurduğu kavramlar ve alanlar sınırsızdır. Fakat estetik özelliği sanatı tüm diğer insani faaliyetler ve öğelerden ayrı bir yere taşır. Platon'dan, Adorno'ya, Heidegger'den Benjamin'e kadar birçok düşün adamı sanatın toplum ve iktidarla olan ilişkisini incelemişlerdir. Bu geniş düşün alanında bazen sanat eseri salt estetikten ibaret olduğu fikri ile kendine özgü bir dünyada yalıtılır, “özerkliği”ni kazanır; bazen sahip olduğu güç ile toplumların afyonudur ve siyasetin “güzel maskesi”dir; bazense yaygınlaşan çoğaltma teknikleri ile sanat bir metadan farksızdır. Sanatın durduğu nokta değişse de ortak olan gerçek sanatın sahip olduğu güçtür. Bu güç her türlü iktidar biçimi için bir araç ve bir düşmandır. Ernst Fischer Sanatın Gerekliliği adlı kitabında yer verdiği, Spartalıların tel sayısı daha çok olan Atina lirini kullanmamaları, İskenderiye Hristiyanlığının Doğunun vurma çalgılarına izin vermemeleri gibi örnekler belli bir çalgının kullanılıp kullanılmamasının bile toplumsal koşullar ve ideolojiyle ilgili olduğunu gösterir.

İktidarın, devamlılığını ve meşruiyetini sağlamak amacıyla itaatkâr bir sürüye dönüştürmek istediği toplum üzerindeki en büyük silahı kültür politikalarıdır. Türkiye gibi çok uluslu ve farklı dinleri bir arada tutan “ulus-devlet”lerde kültürel politikalar, bu çeşitliliğin içinden tek bir kimliğin çekip alınmasıyla oluşturulur.

Türkiye'de ulusal kültür kavramının “Türk Kültürü” üzerinden oluşturulduğu söylense de ulusal kültürün Türk kültürü yanında “İslam Kültürü”, “Doğu-Batı Kültürü” ya da “Osmanlı Kültürü” gibi parçalara ayrıştırılmasından dolayı zaman zaman tartışmalar doğmaktadır. İktidara göre sanat eseri ulusal kitle simgelerine zarar vermemeli, milli değerler ve dini duyguları zedelememeli, Türklük kavramını yüceltmelidir. Aslında bu değerlendirmenin her ne kadar toplum yararı gözetilerek oluşturulduğu söylense de bu kavramların iktidarın varlığını güvence altına alan meşruiyet kaynakları oldukları inkâr edilemez. Devletin kültür politikalarında Batı hegemonyasından çıkan, özgün ve halk için yapılan sanat desteklenmekte iken kitleler üzerinde bir denetim aracı olan ulusal simgeleri kurcalayarak aslında iktidarının meşruiyeti için bir tehlike arz eden muhalif sanat sansür ve yasaklardan payına düşeni hep almıştır.

İktidarın; sanatı devlete bağımlı kılmak ve iktidarın oluşturduğu “ulus” kavramına zarar verecek, “ülkenin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ne tehdit oluşturacak unsurlardan arındırmak için uyguladığı denetim mekanizması “sansür”dür. Sansür her zaman “sansür” olarak adlandırılmaz, “toplumun hassasiyetleri” gibi gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde sansürün tarihi cumhuriyet tarihi ile yaşıttır. Erken Cumhuriyet döneminden başlayarak sanatçılar zaman zaman ulus simgelerine zarar verdikleri gerekçeleriyle sansürlenmişler ve özgürlüklerinden alıkonulmuşlardır. Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Aziz Nesin bu konuda belki akla ilk gelenlerdir…

Paris'teki “Mayıs ‘68” ayaklanmasının etkisiyle Türkiye'de de başlayan öğrenci/işçi hareketleri ile politize olan kitlelere koşut olarak çıkan politize sanat ortamına rağmen 1970'li yıllarda kültür-sanat politikaları ile sanat çevresinin merkezinde yer alan devlet, “ulusal/milli kültür” kavramı ile ulus-devlet tanımına yaklaşmaktadır. 1970'li yıllarda sanat eserlerinde sanayileşme ve kentleşme ile birlikte göç olgusunun, “arabesk/kitsch” kültürünün, sınıfsal farklılıkların, kentlerde görülen toplumsal çelişkilerin, kadının metalaşması sorununun, çevre kirliğinin ve aslında bireyin var olma savaşının konu olarak yer aldığı görülürken 1980 darbesinden sonra ideolojik olmayan, isyankâr değil itaatkâr ve sorgulamadan kabullenen bir anlayışın ürünü arabeskin, yönetim kesimlerince de zararsız bulunduğundan müdahaleye uğramadan gelişmeye ve yaygınlaşmaya başladığı görülür. Öyle ki diğer türler bile bu türden etkilenerek eserler verir. O dönemde müzik yapan politik müzisyenlerin neredeyse tamamı yasaklanır ve birçoğu yurtdışına kaçar.

Sanat, politik ve toplumsal gücünü her zaman iktidarın bir silahı olmasıyla kazanmaz. Bazen de sanat direnişe dönüşür, o zaman silah başkasının elinde, iktidara yöneltilmiştir. Türkiye'de de özellikle son zamanlarda iktidarın salt belli bir kesimi temsil ettiği düşüncesinde olan, var olan siyasal ve sosyal düzene yönelik eleştirilerini sokaklarda ifade eden, muhafazakâr ve uzlaşmacı bir sanata karşı çıkan, başkaldıran sanatı yücelten “estetik politik eylem” olgusunun güçlendiğini görmekteyiz. Bu eylemler sokağı sanatla buluşturmakta, gelenekçi bir sanat anlayışını da yıkmaktadır. Hükümetin desteklediği zenginleştirilmiş bir geçmiş yaratma amacını açıkça gözler önüne seren, “Türkiye: Süre giden İhtişam” konulu kurgusal sanat yapıtları ve müzeler ve bienallerle kültür endüstrisinin sponsorluğunda ticarileştirilen bir sanat karşısında bağımsız, kenti sanat eserine çeviren (eşitlikçi), rastlantısal ve sonsuz bir sanat alanı da var olmaya çalışmaktadır.

Partisyon Dergisi ikinci sayısında “Bir Silah Olarak Müzik”dosya konusu ile devlet ve sanatçıları karşı karşıya getiren TÜSAK yasa tasarısının güncelliğini koruduğu şu günlerde, devlet – sanat ilişkileri ve müziğin sanat dışı kullanımları gibi güncel konulara odaklanmıştır. - Yılmaz Anıl Baskı, Temmuz 2014

Sanat ile ideoloji arasındaki ilişki, sadece sanat eserinin toplumsal meseleleri işlemesi ya da herhangi bir ideolojiyi temsil etmesinde değil, sanat eserinin salt kendisi olarak eleştirel bilinci harekete geçirmesinde ve kapitalist mantık içindeki metalaşmış durumunda aranmalıdır. Sanat aslında sahip olduğu estetik özellik dışında pek çok öğeye sahiptir. Hayatın içindeki birçok olgu gibi ilişki kurduğu kavramlar ve alanlar sınırsızdır. Fakat estetik özelliği sanatı tüm diğer insani faaliyetler ve öğelerden ayrı bir yere taşır. Platon'dan, Adorno'ya, Heidegger'den Benjamin'e kadar birçok düşün adamı sanatın toplum ve iktidarla olan ilişkisini incelemişlerdir. Bu geniş düşün alanında bazen sanat eseri salt estetikten ibaret olduğu fikri ile kendine özgü bir dünyada yalıtılır, “özerkliği”ni kazanır; bazen sahip olduğu güç ile toplumların afyonudur ve siyasetin “güzel maskesi”dir; bazense yaygınlaşan çoğaltma teknikleri ile sanat bir metadan farksızdır. Sanatın durduğu nokta değişse de ortak olan gerçek sanatın sahip olduğu güçtür. Bu güç her türlü iktidar biçimi için bir araç ve bir düşmandır. Ernst Fischer Sanatın Gerekliliği adlı kitabında yer verdiği, Spartalıların tel sayısı daha çok olan Atina lirini kullanmamaları, İskenderiye Hristiyanlığının Doğunun vurma çalgılarına izin vermemeleri gibi örnekler belli bir çalgının kullanılıp kullanılmamasının bile toplumsal koşullar ve ideolojiyle ilgili olduğunu gösterir.

İktidarın, devamlılığını ve meşruiyetini sağlamak amacıyla itaatkâr bir sürüye dönüştürmek istediği toplum üzerindeki en büyük silahı kültür politikalarıdır. Türkiye gibi çok uluslu ve farklı dinleri bir arada tutan “ulus-devlet”lerde kültürel politikalar, bu çeşitliliğin içinden tek bir kimliğin çekip alınmasıyla oluşturulur.

Türkiye'de ulusal kültür kavramının “Türk Kültürü” üzerinden oluşturulduğu söylense de ulusal kültürün Türk kültürü yanında “İslam Kültürü”, “Doğu-Batı Kültürü” ya da “Osmanlı Kültürü” gibi parçalara ayrıştırılmasından dolayı zaman zaman tartışmalar doğmaktadır. İktidara göre sanat eseri ulusal kitle simgelerine zarar vermemeli, milli değerler ve dini duyguları zedelememeli, Türklük kavramını yüceltmelidir. Aslında bu değerlendirmenin her ne kadar toplum yararı gözetilerek oluşturulduğu söylense de bu kavramların iktidarın varlığını güvence altına alan meşruiyet kaynakları oldukları inkâr edilemez. Devletin kültür politikalarında Batı hegemonyasından çıkan, özgün ve halk için yapılan sanat desteklenmekte iken kitleler üzerinde bir denetim aracı olan ulusal simgeleri kurcalayarak aslında iktidarının meşruiyeti için bir tehlike arz eden muhalif sanat sansür ve yasaklardan payına düşeni hep almıştır.

İktidarın; sanatı devlete bağımlı kılmak ve iktidarın oluşturduğu “ulus” kavramına zarar verecek, “ülkenin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ne tehdit oluşturacak unsurlardan arındırmak için uyguladığı denetim mekanizması “sansür”dür. Sansür her zaman “sansür” olarak adlandırılmaz, “toplumun hassasiyetleri” gibi gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde sansürün tarihi cumhuriyet tarihi ile yaşıttır. Erken Cumhuriyet döneminden başlayarak sanatçılar zaman zaman ulus simgelerine zarar verdikleri gerekçeleriyle sansürlenmişler ve özgürlüklerinden alıkonulmuşlardır. Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Aziz Nesin bu konuda belki akla ilk gelenlerdir…

Paris'teki “Mayıs ‘68” ayaklanmasının etkisiyle Türkiye'de de başlayan öğrenci/işçi hareketleri ile politize olan kitlelere koşut olarak çıkan politize sanat ortamına rağmen 1970'li yıllarda kültür-sanat politikaları ile sanat çevresinin merkezinde yer alan devlet, “ulusal/milli kültür” kavramı ile ulus-devlet tanımına yaklaşmaktadır. 1970'li yıllarda sanat eserlerinde sanayileşme ve kentleşme ile birlikte göç olgusunun, “arabesk/kitsch” kültürünün, sınıfsal farklılıkların, kentlerde görülen toplumsal çelişkilerin, kadının metalaşması sorununun, çevre kirliğinin ve aslında bireyin var olma savaşının konu olarak yer aldığı görülürken 1980 darbesinden sonra ideolojik olmayan, isyankâr değil itaatkâr ve sorgulamadan kabullenen bir anlayışın ürünü arabeskin, yönetim kesimlerince de zararsız bulunduğundan müdahaleye uğramadan gelişmeye ve yaygınlaşmaya başladığı görülür. Öyle ki diğer türler bile bu türden etkilenerek eserler verir. O dönemde müzik yapan politik müzisyenlerin neredeyse tamamı yasaklanır ve birçoğu yurtdışına kaçar.

Sanat, politik ve toplumsal gücünü her zaman iktidarın bir silahı olmasıyla kazanmaz. Bazen de sanat direnişe dönüşür, o zaman silah başkasının elinde, iktidara yöneltilmiştir. Türkiye'de de özellikle son zamanlarda iktidarın salt belli bir kesimi temsil ettiği düşüncesinde olan, var olan siyasal ve sosyal düzene yönelik eleştirilerini sokaklarda ifade eden, muhafazakâr ve uzlaşmacı bir sanata karşı çıkan, başkaldıran sanatı yücelten “estetik politik eylem” olgusunun güçlendiğini görmekteyiz. Bu eylemler sokağı sanatla buluşturmakta, gelenekçi bir sanat anlayışını da yıkmaktadır. Hükümetin desteklediği zenginleştirilmiş bir geçmiş yaratma amacını açıkça gözler önüne seren, “Türkiye: Süre giden İhtişam” konulu kurgusal sanat yapıtları ve müzeler ve bienallerle kültür endüstrisinin sponsorluğunda ticarileştirilen bir sanat karşısında bağımsız, kenti sanat eserine çeviren (eşitlikçi), rastlantısal ve sonsuz bir sanat alanı da var olmaya çalışmaktadır.

Partisyon Dergisi ikinci sayısında “Bir Silah Olarak Müzik”dosya konusu ile devlet ve sanatçıları karşı karşıya getiren TÜSAK yasa tasarısının güncelliğini koruduğu şu günlerde, devlet – sanat ilişkileri ve müziğin sanat dışı kullanımları gibi güncel konulara odaklanmıştır. - Yılmaz Anıl Baskı, Temmuz 2014

Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat