1938 Beyoğlu doğumlu İtalyan-Fransız karışımı Levanten Maresia, mahallesinin okulları olan St. PulchÈrie ile Saint Benoit'de okuduktan sonra İstanbul, Sorbonne ve Paris üniversitelerinde eğitimini sürdürmüş. Sonra vatanına dönüp uzun yıllar ticaret ile meşgul olmuş. Uzun bir dönem mensubu olduğu İtalyan kolonisinin sosyal ve kültürel kurumlarının devamı için uğraşmış. Bu arada dilimize “Pera Beyoğlu ve Anılar” adıyla çevrilen “Se Beyoğlu mi Fosse Narrato” isimli İtalyanca kitabı yazmış. Her ne kadar İstanbullu olsa da Maresia Bey'in anadili elbette İtalyanca ve insanın çocukluk anılarını anadilinde yazması kadar tabii olan ne vardır ki? “Pera Beyoğlu ve Anılar” isimli kitabı okuyunca çok hüzünlendim; insanın milliyeti, inancı ne olursa olsun köklerinden bu kadar koparılması büyük bir günah diye düşündüm. Hoş kökenlerinden koparılan yalnızca o ve mensubu olduğu koloninin insanları mı? Ya bizim gibi İstanbul'un belki merkezinde değil ama onu yüzyıllar boyu büyük bir sevgi ile uzaktan seyreden yerleşmelerde yaşayan ve günümüzde çoğunluğu oluşturanlarla aynı millete ve inanca sahip olanlar? Jason Goodwin dilimize “Ufukların Efendisi Osmanlılar” adıyla tercüme edilen kitabının ön sözünde; “Bu kitap mevcut olmayan bir halk hakkındadır. ‘Osmanlı' sözcüğü bir yer tanımlamaz. Günümüzde Osmanlıca konuşan yoktur. Sadece birkaç profesör onların şiirini anlar. 1964'te Sofya'da yapılan bir şiir sempozyumunda, bazı kişiler klasik Osmanlı şiirini tanıtmasını istediklerinde, bir Türk şair ters bir şekilde, ‘Bizim klasiğimiz yoktur' diye yanıt vermişti.” Sanırım gerek İstanbul gerekse tüm ülkemizde bu ideolojik cevabın, geleceği düşünmeden yapılan her şeyi reddetmenin sonuçlarını yaşıyoruz. Klasiği olmayan ama yaşamın devam etmeye çalıştığı bir ülke ve onun yalnız insanları olarak!
Şimdilerde pek hatırlayan kalmadı ama bir dönemin İstanbul gazetelerinde şehir hayatını anlatan günlük yazılar yazılırdı. Basiretçi Ali Efendi, Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Sadri Sema, Sermet Muhtar Arus, Selim Nüzhet Gerçek, A. Ragıp Akyavaş'ın günlük yazılarına yetişemedim ama Haluk Şehsuvaroğlu, Sermet Muhtar Arus, Refi Cevat Ulunay ve Burhan Felek'in günlük yazılarını okurdum. İstanbul'un günlük gazeteleri yalnızca Türkçe değildi. 1950'li yıllarda İstanbul'da Rumca yayımlanan 3 (To Vima, Embros ve Iho), Fransızca yayımlanan 3 (La Republique, İstanbul, Le Journal d'Orient), Ermenice yayımlanan 3 (Marmara, Jamanak ve Agos) ile Musevi cemaatine tarafından Türkçe ve İbranice yayımlanan Şalom olmak üzere farklı düşüncelere yer veren 10 adet gazete yayınlanmaktaydı (s. 35-36). - Sinan Genim
Gezintimiz Tünel Meydanı'nda başlayıp, Taksim Meydanı'ndaki İtalyan heykeltıraşı Pietro Canonica'nın heykeli önünde son bulacaktır. Sağımıza solumuza bakarak gezineceğiz ancak gözümüz yukarılara bakarken, ayağımızın bastığı yere de dikkat edeceğiz. Zira caddenin taş döşemelerinin yarattığı tehlike gece karşılaşabileceklerimizden çok daha tehlikelidir. Bu aksilikleri bir tarafa bırakırsak bir zamanlar kozmopolit şehrin merkezi olan bu cadde –Cadde-i Kebir –‘de gezmek zaman içinde bir yolculuk olduğu gibi mimari bakımından da görülmeye değer sayılır.
1938 Beyoğlu doğumlu İtalyan-Fransız karışımı Levanten Maresia, mahallesinin okulları olan St. PulchÈrie ile Saint Benoit'de okuduktan sonra İstanbul, Sorbonne ve Paris üniversitelerinde eğitimini sürdürmüş. Sonra vatanına dönüp uzun yıllar ticaret ile meşgul olmuş. Uzun bir dönem mensubu olduğu İtalyan kolonisinin sosyal ve kültürel kurumlarının devamı için uğraşmış. Bu arada dilimize “Pera Beyoğlu ve Anılar” adıyla çevrilen “Se Beyoğlu mi Fosse Narrato” isimli İtalyanca kitabı yazmış. Her ne kadar İstanbullu olsa da Maresia Bey'in anadili elbette İtalyanca ve insanın çocukluk anılarını anadilinde yazması kadar tabii olan ne vardır ki? “Pera Beyoğlu ve Anılar” isimli kitabı okuyunca çok hüzünlendim; insanın milliyeti, inancı ne olursa olsun köklerinden bu kadar koparılması büyük bir günah diye düşündüm. Hoş kökenlerinden koparılan yalnızca o ve mensubu olduğu koloninin insanları mı? Ya bizim gibi İstanbul'un belki merkezinde değil ama onu yüzyıllar boyu büyük bir sevgi ile uzaktan seyreden yerleşmelerde yaşayan ve günümüzde çoğunluğu oluşturanlarla aynı millete ve inanca sahip olanlar? Jason Goodwin dilimize “Ufukların Efendisi Osmanlılar” adıyla tercüme edilen kitabının ön sözünde; “Bu kitap mevcut olmayan bir halk hakkındadır. ‘Osmanlı' sözcüğü bir yer tanımlamaz. Günümüzde Osmanlıca konuşan yoktur. Sadece birkaç profesör onların şiirini anlar. 1964'te Sofya'da yapılan bir şiir sempozyumunda, bazı kişiler klasik Osmanlı şiirini tanıtmasını istediklerinde, bir Türk şair ters bir şekilde, ‘Bizim klasiğimiz yoktur' diye yanıt vermişti.” Sanırım gerek İstanbul gerekse tüm ülkemizde bu ideolojik cevabın, geleceği düşünmeden yapılan her şeyi reddetmenin sonuçlarını yaşıyoruz. Klasiği olmayan ama yaşamın devam etmeye çalıştığı bir ülke ve onun yalnız insanları olarak!
Şimdilerde pek hatırlayan kalmadı ama bir dönemin İstanbul gazetelerinde şehir hayatını anlatan günlük yazılar yazılırdı. Basiretçi Ali Efendi, Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Sadri Sema, Sermet Muhtar Arus, Selim Nüzhet Gerçek, A. Ragıp Akyavaş'ın günlük yazılarına yetişemedim ama Haluk Şehsuvaroğlu, Sermet Muhtar Arus, Refi Cevat Ulunay ve Burhan Felek'in günlük yazılarını okurdum. İstanbul'un günlük gazeteleri yalnızca Türkçe değildi. 1950'li yıllarda İstanbul'da Rumca yayımlanan 3 (To Vima, Embros ve Iho), Fransızca yayımlanan 3 (La Republique, İstanbul, Le Journal d'Orient), Ermenice yayımlanan 3 (Marmara, Jamanak ve Agos) ile Musevi cemaatine tarafından Türkçe ve İbranice yayımlanan Şalom olmak üzere farklı düşüncelere yer veren 10 adet gazete yayınlanmaktaydı (s. 35-36). - Sinan Genim
Gezintimiz Tünel Meydanı'nda başlayıp, Taksim Meydanı'ndaki İtalyan heykeltıraşı Pietro Canonica'nın heykeli önünde son bulacaktır. Sağımıza solumuza bakarak gezineceğiz ancak gözümüz yukarılara bakarken, ayağımızın bastığı yere de dikkat edeceğiz. Zira caddenin taş döşemelerinin yarattığı tehlike gece karşılaşabileceklerimizden çok daha tehlikelidir. Bu aksilikleri bir tarafa bırakırsak bir zamanlar kozmopolit şehrin merkezi olan bu cadde –Cadde-i Kebir –‘de gezmek zaman içinde bir yolculuk olduğu gibi mimari bakımından da görülmeye değer sayılır.