Fakir Baykurt, öyku¨lerinde köy yaşamının sertliği, yoksulluk, cahillik, taassup, batıl inanç, sömürü gibi sorunları ele alarak köylu¨nu¨n maddi ve manevi du¨nyasını toplumsalcı ve gerçekçi bir bakıştan işliyor. Gözlemlerden, canlı tanıklıklardan yola çıkan yazar, gu¨nlu¨k konuşma dilini öyku¨ye taşıyarak zaman zaman mizahi bir dil kullanıyor; bu¨rokrasinin çarkları arasında sıkışan ama içinde de bir umudu barındıran “sıradan insanı”, yaşadığı yerin atmosferiyle birlikte çarpıcı bir biçimde betimliyor.
Fakir Baykurt'un yaşarken yayınlamadığı ama kitap haline getirdiği On Binlerce Kağnı'nın bir devamı sayılabilecek Sabır Dağı'nı ilk kez okurla buluşturuyoruz:
“Kızlar ekin arasına ot yolmaya gitti. Oğlanlar çöyu¨r kesip gelecek. Eski bağın çiti yenilenecek. Yalnız Emine'yi değil, oğlu Ali'yi de beğeniyor. Bir kadının kocası iyi olursa, gözleri böyle ışır. Derisinden yaşam fışkırır. Ali'yi ku¨çu¨klu¨ğu¨nden beri gözledi. En korktuğu, çocuklarının yoksulluk yu¨zu¨nden yeterince elcin olmayıp çok kendimci olmalarıydı. Başta Ali, hiçbiri korktuğu gibi olmadı şu¨ku¨r. İyi adam yatakta eşini, yaşamda dostunu kendinden çok du¨şu¨nu¨r. Oğlu da Emine'yi du¨şu¨nu¨yor ki, gözleri böyle ışıyor, derisinden yaşam fışkırıyor. ‘Tanrı mutluluklarını arttırsın! Oğlum solsun, gelinim solmasın! Gu¨zelliğini korusun! Ağzının tadı eksilmesin!' Böyle dua eder gibi mırıldanıyor, gözlerini geri döndu¨ru¨p kendine: ‘Ula, akşam akşam duacıbaşı kesildin kahpem Bora Muslu!' diyor.” (Paluze)