1908 yılının sonbaharının sonunda, Proust, yorgun halde evine döner. Uzun süre kendini meşgul eden Kayıp Zamanın İzinde'yi bir tarafa bırakması gerekecektir. Zihninde canlanan bir dizi fikir ve çözümlemelerin başyapıtının içinde yer almasını istemez. Le Figaro için bir makale kaleme almaya karar verir: “Sainte-Beuve'e Karşı”. Altı ay sonra bu hacimli yazısı üç yüz sayfalık bir denemeye dönüşecektir. Bu kitapta annesiyle özgürce sohbet eden yazar, Sainte-Beuve hakkındaki düşüncelerini kişisel hatıralar, arkadaş portreleri, okuma izlenimleri etrafında örer: İşte Guermantes şatosu: İşte Balzac'ın büyük okurları... Balzac, Baudelaire ve Gérard de Nerval etrafında yapılan okumalar... Proust, gündelik yaşamından kesitler sunmanın ötesinde, bir insanın çevresiyle kurabileceği olağanüstü ilişkiyi de gözler önüne serer. Yüzyılının en büyük romancısı, aynı zamanda büyük bir eleştirmen olabileceğini bu kitabıyla kanıtlar.
“Akla verdiğim önem her geçen gün azalıyor. Bir yazarın, izlenimlerimize ilişkin bir şeyleri ancak akıldan bağımsız olarak yakalayabileceğini, yani kendine ait bir şeylere ve sanatın tek konusuna, aklı bir kenara bırakarak ulaşabileceğini her geçen gün daha iyi anlıyorum. Aklın bize “geçmiş” diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Aslında hayatımızın her saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin ruhları gibi, ölür ölmez somut bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur. Oraya hapsolur ve biz o nesneye rastlamazsak, temelli orada hapis kalır.”