Üç sayfayı doldurduk galiba. Bana kalırsa daha da yazarım. Yağmurlu Fatih gecelerini. Beyazıt'ta bir lokantada içilen biraları. Yolları ve anıları. Eski zaman aşklarını. Dostumuz Faik Baysal acaba yine sigara dumanlarıyla ılıklaşmış gürültülü kahvelerde, mermer bir masada demli çaylar ve askıda yavaş yavaş kuruyan yağmurlu paltoların arasında iğrilmiş oturup yazıyor mudur? Çifte Kumrular Sokağı'na çıkan yeni asfaltın köşesinde yükselen büyük yapıların önünde, o köşebaşında bir gün olur yine durur uzun uzun konuşur muyuz?
Bana yine tıpkı Paris'te son gördüğün 'Tempete sur Washington' filmini anlattığın gibi, yeni filmleri, aydınlık lacivert bir ilk yaz gecesinde, Tepebaşı'ndan Unkapanı'na doğru inerken anlatır mısın? Aradan uzun günler geçmesine karşın, seni sanki biraz önce olmuşçasına taşkın, kararsız ve kesik kesik yüreklendiren bir anıyı, sözgelimi Vatan'ın tavanarasında geçmiş, ya da şimdi Ahmet İhsan'ın daracık ve yumru yumru merdivenlerinden çıkan birini... Bir askerî tıbbiyeliyi, Ankara'da içkili bir geceyi... Yine anlatır mısın?
Bir gün Fatih'le Saraçhanebaşı arasına, ya da Edirnekapı'ya kadar yine ağaçlar olacak. Ama hep vardılar onlar değil mi Oktay Ağabey?