Şii halifeler, zavallı köylüler, Yahudi göçmenler, savaşçı dervişler, devlet karşıtı tımarlı sipahiler, bildiğini okuyan yeniçeriler, kendini yakarak zafer kazanan kahraman Türk leventleri, taraf tutan Bektâşi ve Halveti şeyhleri… Has bahçe şairleri, günahsız elçiler, tüccarlar, casuslar, alkışçılar, dilenciler…
Haremin zehirli havasında nefes alma mücadelesi veren gencecik kadınlar, çeşit çeşit kuklanın iplerini sıkı tutan valide, uğradığı suikastlara rağmen otoriteyi sağlamaya çalışan yaşlı sultan…
Geleceği gören kurnaz bir oğul, Papa'ya sığınmış bir amca, ölüm nedenleri belli olmadan birer birer eksilen şehzadeler ve kontrolden çıkan olaylar sonucunda boynuna cellâdın kemendi geçen veliaht şehzade…
Ne yapacaklarını şaşırmışlardı… Bir yırtıcının pençesi yüreklerine geçince! *** “Dinlenmek için duraksayıp başını yukarılara doğru kaldırdığında bulutların içinde yürüdüğünü zannetti. Tırmanmaya başladıklarından beri gördükleri iki kartal yavrusu fazla yükselmeden turlayıp boşluğa tutunmuş görünen kovuktaki yuvalarına süzüldüler. Güzeldi dağlar, güzel olduğu kadar da tehlikeli. Cazibeli kadınlar gibi umulmadık bir anda yırtıverirdi adamın yüzünü.”
*** “Sanki dünyanın çatısında yol alıyorlardı. Biraz sonra gökyüzüne açılacak bir kapıdan zamanın ve mekânın tamamen değişeceği başka bir âleme geçecekmiş gibi. Katırların sırtında bağlı ağırlıklar olmasa çoktan aşağılarda kalan ve artık görünmez olan Anadolu'nun doğu şehirlerine doğru geri geri uçurabilirdi rüzgâr onları. Her şey küçücük kalmıştı göğe yaklaştıkça, önemsiz ve değersiz. Hatta bütün hırslarla ihtiraslar bile uçurum başlı zirveye tırmanan minicik bedenlere hapsolmuş gökyüzüne doğru yükseliyorlardı. Dünyayı kirletmekten vazgeçmiş tası tarağı toplamış çekiliyorlardı artık.
Bulutlar, acemi bir nakkaşın bilmem kaçıncı denemesinde cinnetle karmakarışık ettiği renklere boyanmış, bıkkın tonlarda geçip gidiyordu batıya doğru…”
Şii halifeler, zavallı köylüler, Yahudi göçmenler, savaşçı dervişler, devlet karşıtı tımarlı sipahiler, bildiğini okuyan yeniçeriler, kendini yakarak zafer kazanan kahraman Türk leventleri, taraf tutan Bektâşi ve Halveti şeyhleri… Has bahçe şairleri, günahsız elçiler, tüccarlar, casuslar, alkışçılar, dilenciler…
Haremin zehirli havasında nefes alma mücadelesi veren gencecik kadınlar, çeşit çeşit kuklanın iplerini sıkı tutan valide, uğradığı suikastlara rağmen otoriteyi sağlamaya çalışan yaşlı sultan…
Geleceği gören kurnaz bir oğul, Papa'ya sığınmış bir amca, ölüm nedenleri belli olmadan birer birer eksilen şehzadeler ve kontrolden çıkan olaylar sonucunda boynuna cellâdın kemendi geçen veliaht şehzade…
Ne yapacaklarını şaşırmışlardı… Bir yırtıcının pençesi yüreklerine geçince! *** “Dinlenmek için duraksayıp başını yukarılara doğru kaldırdığında bulutların içinde yürüdüğünü zannetti. Tırmanmaya başladıklarından beri gördükleri iki kartal yavrusu fazla yükselmeden turlayıp boşluğa tutunmuş görünen kovuktaki yuvalarına süzüldüler. Güzeldi dağlar, güzel olduğu kadar da tehlikeli. Cazibeli kadınlar gibi umulmadık bir anda yırtıverirdi adamın yüzünü.”
*** “Sanki dünyanın çatısında yol alıyorlardı. Biraz sonra gökyüzüne açılacak bir kapıdan zamanın ve mekânın tamamen değişeceği başka bir âleme geçecekmiş gibi. Katırların sırtında bağlı ağırlıklar olmasa çoktan aşağılarda kalan ve artık görünmez olan Anadolu'nun doğu şehirlerine doğru geri geri uçurabilirdi rüzgâr onları. Her şey küçücük kalmıştı göğe yaklaştıkça, önemsiz ve değersiz. Hatta bütün hırslarla ihtiraslar bile uçurum başlı zirveye tırmanan minicik bedenlere hapsolmuş gökyüzüne doğru yükseliyorlardı. Dünyayı kirletmekten vazgeçmiş tası tarağı toplamış çekiliyorlardı artık.
Bulutlar, acemi bir nakkaşın bilmem kaçıncı denemesinde cinnetle karmakarışık ettiği renklere boyanmış, bıkkın tonlarda geçip gidiyordu batıya doğru…”