#smrgKİTABEVİ Sonsuzluk ve Bir Günlük - 2020

Kondisyon:
Yeni
Basıldığı Matbaa:
Dizi Adı:
Elenika
ISBN-10:
6054640249
Kargoya Teslim Süresi:
4&6
Cilt:
Amerikan Cilt
Stok Kodu:
1199161391
Boyut:
14x21
Sayfa Sayısı:
185 s.
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
2
Basım Tarihi:
2020
Çeviren:
Anna Maria Aslanoğlu
Kapak Türü:
Karton Kapak
Kağıt Türü:
3. Hamur
Dili:
Türkçe
Kategori:
indirimli
213,00
Havale/EFT ile: 206,61
Siparişiniz 4&6 iş günü arasında kargoda
1199161391
547545
Sonsuzluk ve Bir Günlük -        2020
Sonsuzluk ve Bir Günlük - 2020 #smrgKİTABEVİ
213.00
Altın Palmiye Ödüllü Sonsuzluk ve Bir Günün bir fikirden bir filme dönüştüğü süreçte, ortak senarist Petros Markarisin Theo Angelopulosla aylar süren mesaileri sırasında kaleme aldığı bu günlük, alanında eşine ender rastlanan bir başucu kitabıdır. Zira senaryonun ve Angelopulos sinemasının referanslarından dramaturjik tartışmalara, sahnelerin nasıl şekillendiğinden sıralanmasına, set aşamasından post-prodüksiyona zengin içeriğiyle sadece Angelopulosun sadık izleyicileri ve epik hikâye tutkunları için değil tüm sinemacılar ve sinefiller için bir filmin yaratım sürecine dair derinlikli bir bakış arz etmektedir. Filmin senaryosunun aşama aşama nasıl geliştiğinin tanığı olan bu metni, Theo Angelopulosun özgün ve Petros Markarisin Türkçe baskı için özel olarak kaleme aldığı Önsözler, çekim süreci ve sonrasına dair çalışma ve set programları, sahne-çekim listesi ve set fotoğrafları ekleriyle okuyucuya sunuyoruz. Elinizdeki günlük daimi bir anlaşmazlığın ürünüdür. Yeni bir senaryoya başlarken, her defasında Angelopulos bana Hatırlar mısın, önceki senaryoda da böyle çalışmıştık derdi, ben de Yanlışın var diye cevap verirdim; Öyle çalışmamıştık, başka türlü çalışmıştık.

Cevabı her seferinde aynıydı: Yaşlandıkça unutmaya başlıyorsun!Sen benden büyüksün. Asıl sen unutuyorsun.Her yeni işe koyulurken bu diyalog tekrarlanırdı. Sonsuzluk ve Bir Günün senaryosunu konuşmak için buluştuğumuzda ona Bak, artık tartışmalarımıza bir son vereceğim. İlerde kafadan sallamaman için bu sefer günlük tutacağım dedim.Bana cevap vermedi, ama belli ki fikir hoşuna gitmişti, çünkü her mesaimizin ardından Günlüğe yazmayı unutma! diyordu. Yahu bu benim fikrimdi. Şimdi bana akıl verme diye isyan ediyordum sürekli.İşte elinizde tuttuğunuz bu günlüğün hikâyesi bundan ibarettir demek isterdim. Ama bu kadar değil; bu günlük, aynı kuşağa mensup, aynı siyasi görüşlere ancak tamamıyla farklı karakter yapılarına sahip iki insanın 40 yıllık dostluğunun ve ilişkisinin tasviridir.

“Dünya seni uğurlayacakken, sen onu uğurluyordun. Giden sendin. Uğurlayan da sen oldun. Teselli edilecek sendin. Teselli eden oldun. Dediğin gibi, her şey çok çabuk oldu.

Tanınmış bir yazardın. Yaşadın, yaşlandın. Hayat boyu daha çok bilmek için ısrar ettin. Şüphenin doğurduğu acıyı gidermek için uğraştın durdun. Şimdi sırada ölüm, senin ölümün var. Ölümün, imrendiğim ölümlerden. Baksana, hikâyen hafızanda yeniden çiçekleniyor. Geçmişinin üzerinden bir kez daha geçiyorsun. Kırmızı kalemle hayatının önemli anlarının altını çiziyorsun. Buna fırsat bulabilmen ne güzel!

Birkaç gün sonra kanser tedavisi için hastaneye yatacaksın Alexander (Bruno Ganz). Yıllarını geçirdiğin evinde son sabahın. Üç yıl sana hizmet etmiş Urania'yla buruk vedalaşman. Deniz kenarında gezintin. Ama esas gezintin geçmişine doğruydu. Hayalhanenin odalarında. Aslında, neyse, devam edeyim. "Tek pişmanlığım Anna oldu." diye düşündün. Sana kalbini vermiş, yıllar önce ölmüş karın Anna. "Gerçekten sadece o mu? Yoksa her şeyi yarım bırakmak mı?" diye sordun kendine. Üzülme Alexander, hepimiz hayatı yarım bırakarak ölürüz. Ölmek, hayatı yarım bırakmaktır.

Arabana bindin. Küçük bir Arnavut çocuk, üstündeki sarı montu nasıl da büyük geliyor. Yunanistan'a kaçak gelmiş. Yüzünden tedirginlik akıyor. Arabanın camlarını silmeye kalktı. Sonra siren sesleri. Onun gibi kaçak çocukların peşine düşen polisler. Onu arabana aldın. Yaşadığı yere kadar götürdün. Halletmen gereken birkaç işin var. Köpeğini bırakabileceğin birini bulmalısın. Aklına kızın geldi. Köpeğinle kızının evine gittin. Karın Anna'nın mektuplarını verdin ona. Bir süreliğine şehirden ayrılacağını söyledin. Kızın "Gidiyor musun, nereye?" diye sordu. Söylemedin. Nereye gidiyorsun Alexander?

Karın öldüğünden beri, Solomos'un "Özgür Tutsak" isimli şiirinin tamamlanmamış üçüncü taslağını tamamlamaya çalışıyordun. Kızın, senin gibi ünlü bir yazarın neden her şeyi bırakıp bitmemiş bir 19. yüzyıl şiirini tamamlamak için uğraştığını hiç anlayamıyordu. "Çalışman nasıl gidiyor?" diye sordu. "Bilmiyorum" diye cevapladın, "Belki kelimeleri bulamıyorumdur." Şiir demek, kelimeler bulmaktı. Hakikati yüklenecek en doğru kelimeleri. Hepimiz, her varlık, sonsuz bir anlam yüklenmiş bir kelime miyiz yoksa? Hayatın ağırlığıyla "kelime olmak" arasında bir irtibat var mı?

Kızından, otuz yıl önce, hani yakın akrabalarınızın da katıldığı onun isim gününde, karının yazdığı mektubu okumasını istedin: "Uyandığımda sen hâlâ uyuyordun. Yanımda yatan sana baktım, nefes alışına. Rüya mı görüyordun Alexander? Elin beni arar gibi uzandı. Göz kapakların kıpırdadı, sonra yine uykuya daldın. Gözlerinin arasından bir damla ter yuvarlandı ve akıp gitti. Yanımızda yatan bebek hafifçe inledi. Kapı gıcırdadı. Verandaya çıkıp ağladım." Karının yanına gidip, neden ağladığını sormuştun. Söylemedi, söyleseydi de anlar mıydın? Bu kez, saf saf, "Bu elbise yeni mi Anna?" diye sordun. Zamanlaman muhteşemdi. İlgisizliğine içerleyip ağlayan karına iltifat edeyim derken mayına basmıştın. Tipik dalgın kocaydın. Seyahatlerinin birinden getirdiğini hatırlatmıştı sana. "Sadece kitabını düşünüyorsun. Kitabını yayıncıya verince biraz olsun görüşebilecek miyiz?" diye sitemde bulununca ona şefkatle sarılmıştın. O an karının içinden geçen şuydu: "Keşke bu anı durdurabilseydim. Uçup gitmesin diye, kelebek gibi iğneleyebilseydim."

Karın şunu da yazmıştı: "Gece sana baktım. Uyuyor musun, uyumuyor musun, anlamadım. Düşüncelerinden korktum. Sessizliğine müdahale etmekten korktum... Ben sadece seni seven bir kadınım, Alexander." Senin onu sevmemenden korkuyordu. Sessizliğinden. Hayalhanene dalıp gitmelerinden. Onun yanındayken, onun yanında olmamandan. Ancak sana yazdıkça seninle konuşabildiğini hissediyordu Alexander. Sana yakın olmasına karşı koyduğunu düşünüyordu. En çok da, onu senin dünyanı tehdit ediyor gibi algılamandan korkuyordu. O güne, deniz kenarında karının bu mektubu yazdığı, kızının isminin koyulduğu güne gidip geldin film (Sonsuzluk ve Bir Gün) boyu.

Karının bu mektubunu kaç yüz kere okudun Alexander? Yazının değeri bu işte. Biliyor musun, ben de bazen terapilerimde bana hikâyelerini anlatan insanlardan babalarına, annelerine, kızlarına, oğullarına mektup yazmalarını isterim. Benim de yazdığım bir mektup var. Ama daha vermedim.

Kızın, kocasının evde hayvan istemediğini söyledi. Ölmeden önce ona bir yuva bulman lazım. Hastaneye yatmadan önceki şu birkaç güne daha neler sığacak bakalım?

Altın Palmiye Ödüllü Sonsuzluk ve Bir Günün bir fikirden bir filme dönüştüğü süreçte, ortak senarist Petros Markarisin Theo Angelopulosla aylar süren mesaileri sırasında kaleme aldığı bu günlük, alanında eşine ender rastlanan bir başucu kitabıdır. Zira senaryonun ve Angelopulos sinemasının referanslarından dramaturjik tartışmalara, sahnelerin nasıl şekillendiğinden sıralanmasına, set aşamasından post-prodüksiyona zengin içeriğiyle sadece Angelopulosun sadık izleyicileri ve epik hikâye tutkunları için değil tüm sinemacılar ve sinefiller için bir filmin yaratım sürecine dair derinlikli bir bakış arz etmektedir. Filmin senaryosunun aşama aşama nasıl geliştiğinin tanığı olan bu metni, Theo Angelopulosun özgün ve Petros Markarisin Türkçe baskı için özel olarak kaleme aldığı Önsözler, çekim süreci ve sonrasına dair çalışma ve set programları, sahne-çekim listesi ve set fotoğrafları ekleriyle okuyucuya sunuyoruz. Elinizdeki günlük daimi bir anlaşmazlığın ürünüdür. Yeni bir senaryoya başlarken, her defasında Angelopulos bana Hatırlar mısın, önceki senaryoda da böyle çalışmıştık derdi, ben de Yanlışın var diye cevap verirdim; Öyle çalışmamıştık, başka türlü çalışmıştık.

Cevabı her seferinde aynıydı: Yaşlandıkça unutmaya başlıyorsun!Sen benden büyüksün. Asıl sen unutuyorsun.Her yeni işe koyulurken bu diyalog tekrarlanırdı. Sonsuzluk ve Bir Günün senaryosunu konuşmak için buluştuğumuzda ona Bak, artık tartışmalarımıza bir son vereceğim. İlerde kafadan sallamaman için bu sefer günlük tutacağım dedim.Bana cevap vermedi, ama belli ki fikir hoşuna gitmişti, çünkü her mesaimizin ardından Günlüğe yazmayı unutma! diyordu. Yahu bu benim fikrimdi. Şimdi bana akıl verme diye isyan ediyordum sürekli.İşte elinizde tuttuğunuz bu günlüğün hikâyesi bundan ibarettir demek isterdim. Ama bu kadar değil; bu günlük, aynı kuşağa mensup, aynı siyasi görüşlere ancak tamamıyla farklı karakter yapılarına sahip iki insanın 40 yıllık dostluğunun ve ilişkisinin tasviridir.

“Dünya seni uğurlayacakken, sen onu uğurluyordun. Giden sendin. Uğurlayan da sen oldun. Teselli edilecek sendin. Teselli eden oldun. Dediğin gibi, her şey çok çabuk oldu.

Tanınmış bir yazardın. Yaşadın, yaşlandın. Hayat boyu daha çok bilmek için ısrar ettin. Şüphenin doğurduğu acıyı gidermek için uğraştın durdun. Şimdi sırada ölüm, senin ölümün var. Ölümün, imrendiğim ölümlerden. Baksana, hikâyen hafızanda yeniden çiçekleniyor. Geçmişinin üzerinden bir kez daha geçiyorsun. Kırmızı kalemle hayatının önemli anlarının altını çiziyorsun. Buna fırsat bulabilmen ne güzel!

Birkaç gün sonra kanser tedavisi için hastaneye yatacaksın Alexander (Bruno Ganz). Yıllarını geçirdiğin evinde son sabahın. Üç yıl sana hizmet etmiş Urania'yla buruk vedalaşman. Deniz kenarında gezintin. Ama esas gezintin geçmişine doğruydu. Hayalhanenin odalarında. Aslında, neyse, devam edeyim. "Tek pişmanlığım Anna oldu." diye düşündün. Sana kalbini vermiş, yıllar önce ölmüş karın Anna. "Gerçekten sadece o mu? Yoksa her şeyi yarım bırakmak mı?" diye sordun kendine. Üzülme Alexander, hepimiz hayatı yarım bırakarak ölürüz. Ölmek, hayatı yarım bırakmaktır.

Arabana bindin. Küçük bir Arnavut çocuk, üstündeki sarı montu nasıl da büyük geliyor. Yunanistan'a kaçak gelmiş. Yüzünden tedirginlik akıyor. Arabanın camlarını silmeye kalktı. Sonra siren sesleri. Onun gibi kaçak çocukların peşine düşen polisler. Onu arabana aldın. Yaşadığı yere kadar götürdün. Halletmen gereken birkaç işin var. Köpeğini bırakabileceğin birini bulmalısın. Aklına kızın geldi. Köpeğinle kızının evine gittin. Karın Anna'nın mektuplarını verdin ona. Bir süreliğine şehirden ayrılacağını söyledin. Kızın "Gidiyor musun, nereye?" diye sordu. Söylemedin. Nereye gidiyorsun Alexander?

Karın öldüğünden beri, Solomos'un "Özgür Tutsak" isimli şiirinin tamamlanmamış üçüncü taslağını tamamlamaya çalışıyordun. Kızın, senin gibi ünlü bir yazarın neden her şeyi bırakıp bitmemiş bir 19. yüzyıl şiirini tamamlamak için uğraştığını hiç anlayamıyordu. "Çalışman nasıl gidiyor?" diye sordu. "Bilmiyorum" diye cevapladın, "Belki kelimeleri bulamıyorumdur." Şiir demek, kelimeler bulmaktı. Hakikati yüklenecek en doğru kelimeleri. Hepimiz, her varlık, sonsuz bir anlam yüklenmiş bir kelime miyiz yoksa? Hayatın ağırlığıyla "kelime olmak" arasında bir irtibat var mı?

Kızından, otuz yıl önce, hani yakın akrabalarınızın da katıldığı onun isim gününde, karının yazdığı mektubu okumasını istedin: "Uyandığımda sen hâlâ uyuyordun. Yanımda yatan sana baktım, nefes alışına. Rüya mı görüyordun Alexander? Elin beni arar gibi uzandı. Göz kapakların kıpırdadı, sonra yine uykuya daldın. Gözlerinin arasından bir damla ter yuvarlandı ve akıp gitti. Yanımızda yatan bebek hafifçe inledi. Kapı gıcırdadı. Verandaya çıkıp ağladım." Karının yanına gidip, neden ağladığını sormuştun. Söylemedi, söyleseydi de anlar mıydın? Bu kez, saf saf, "Bu elbise yeni mi Anna?" diye sordun. Zamanlaman muhteşemdi. İlgisizliğine içerleyip ağlayan karına iltifat edeyim derken mayına basmıştın. Tipik dalgın kocaydın. Seyahatlerinin birinden getirdiğini hatırlatmıştı sana. "Sadece kitabını düşünüyorsun. Kitabını yayıncıya verince biraz olsun görüşebilecek miyiz?" diye sitemde bulununca ona şefkatle sarılmıştın. O an karının içinden geçen şuydu: "Keşke bu anı durdurabilseydim. Uçup gitmesin diye, kelebek gibi iğneleyebilseydim."

Karın şunu da yazmıştı: "Gece sana baktım. Uyuyor musun, uyumuyor musun, anlamadım. Düşüncelerinden korktum. Sessizliğine müdahale etmekten korktum... Ben sadece seni seven bir kadınım, Alexander." Senin onu sevmemenden korkuyordu. Sessizliğinden. Hayalhanene dalıp gitmelerinden. Onun yanındayken, onun yanında olmamandan. Ancak sana yazdıkça seninle konuşabildiğini hissediyordu Alexander. Sana yakın olmasına karşı koyduğunu düşünüyordu. En çok da, onu senin dünyanı tehdit ediyor gibi algılamandan korkuyordu. O güne, deniz kenarında karının bu mektubu yazdığı, kızının isminin koyulduğu güne gidip geldin film (Sonsuzluk ve Bir Gün) boyu.

Karının bu mektubunu kaç yüz kere okudun Alexander? Yazının değeri bu işte. Biliyor musun, ben de bazen terapilerimde bana hikâyelerini anlatan insanlardan babalarına, annelerine, kızlarına, oğullarına mektup yazmalarını isterim. Benim de yazdığım bir mektup var. Ama daha vermedim.

Kızın, kocasının evde hayvan istemediğini söyledi. Ölmeden önce ona bir yuva bulman lazım. Hastaneye yatmadan önceki şu birkaç güne daha neler sığacak bakalım?

Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat