#smrgKİTABEVİ Sonsuzluk ve Bir Günlük - 2020
Cevabı her seferinde aynıydı: Yaşlandıkça unutmaya başlıyorsun!Sen benden büyüksün. Asıl sen unutuyorsun.Her yeni işe koyulurken bu diyalog tekrarlanırdı. Sonsuzluk ve Bir Günün senaryosunu konuşmak için buluştuğumuzda ona Bak, artık tartışmalarımıza bir son vereceğim. İlerde kafadan sallamaman için bu sefer günlük tutacağım dedim.Bana cevap vermedi, ama belli ki fikir hoşuna gitmişti, çünkü her mesaimizin ardından Günlüğe yazmayı unutma! diyordu. Yahu bu benim fikrimdi. Şimdi bana akıl verme diye isyan ediyordum sürekli.İşte elinizde tuttuğunuz bu günlüğün hikâyesi bundan ibarettir demek isterdim. Ama bu kadar değil; bu günlük, aynı kuşağa mensup, aynı siyasi görüşlere ancak tamamıyla farklı karakter yapılarına sahip iki insanın 40 yıllık dostluğunun ve ilişkisinin tasviridir.
“Dünya seni uğurlayacakken, sen onu uğurluyordun. Giden sendin. Uğurlayan da sen oldun. Teselli edilecek sendin. Teselli eden oldun. Dediğin gibi, her şey çok çabuk oldu.
Tanınmış bir yazardın. Yaşadın, yaşlandın. Hayat boyu daha çok bilmek için ısrar ettin. Şüphenin doğurduğu acıyı gidermek için uğraştın durdun. Şimdi sırada ölüm, senin ölümün var. Ölümün, imrendiğim ölümlerden. Baksana, hikâyen hafızanda yeniden çiçekleniyor. Geçmişinin üzerinden bir kez daha geçiyorsun. Kırmızı kalemle hayatının önemli anlarının altını çiziyorsun. Buna fırsat bulabilmen ne güzel!
Birkaç gün sonra kanser tedavisi için hastaneye yatacaksın Alexander (Bruno Ganz). Yıllarını geçirdiğin evinde son sabahın. Üç yıl sana hizmet etmiş Urania'yla buruk vedalaşman. Deniz kenarında gezintin. Ama esas gezintin geçmişine doğruydu. Hayalhanenin odalarında. Aslında, neyse, devam edeyim. "Tek pişmanlığım Anna oldu." diye düşündün. Sana kalbini vermiş, yıllar önce ölmüş karın Anna. "Gerçekten sadece o mu? Yoksa her şeyi yarım bırakmak mı?" diye sordun kendine. Üzülme Alexander, hepimiz hayatı yarım bırakarak ölürüz. Ölmek, hayatı yarım bırakmaktır.
Arabana bindin. Küçük bir Arnavut çocuk, üstündeki sarı montu nasıl da büyük geliyor. Yunanistan'a kaçak gelmiş. Yüzünden tedirginlik akıyor. Arabanın camlarını silmeye kalktı. Sonra siren sesleri. Onun gibi kaçak çocukların peşine düşen polisler. Onu arabana aldın. Yaşadığı yere kadar götürdün. Halletmen gereken birkaç işin var. Köpeğini bırakabileceğin birini bulmalısın. Aklına kızın geldi. Köpeğinle kızının evine gittin. Karın Anna'nın mektuplarını verdin ona. Bir süreliğine şehirden ayrılacağını söyledin. Kızın "Gidiyor musun, nereye?" diye sordu. Söylemedin. Nereye gidiyorsun Alexander?
Karın öldüğünden beri, Solomos'un "Özgür Tutsak" isimli şiirinin tamamlanmamış üçüncü taslağını tamamlamaya çalışıyordun. Kızın, senin gibi ünlü bir yazarın neden her şeyi bırakıp bitmemiş bir 19. yüzyıl şiirini tamamlamak için uğraştığını hiç anlayamıyordu. "Çalışman nasıl gidiyor?" diye sordu. "Bilmiyorum" diye cevapladın, "Belki kelimeleri bulamıyorumdur." Şiir demek, kelimeler bulmaktı. Hakikati yüklenecek en doğru kelimeleri. Hepimiz, her varlık, sonsuz bir anlam yüklenmiş bir kelime miyiz yoksa? Hayatın ağırlığıyla "kelime olmak" arasında bir irtibat var mı?
Kızından, otuz yıl önce, hani yakın akrabalarınızın da katıldığı onun isim gününde, karının yazdığı mektubu okumasını istedin: "Uyandığımda sen hâlâ uyuyordun. Yanımda yatan sana baktım, nefes alışına. Rüya mı görüyordun Alexander? Elin beni arar gibi uzandı. Göz kapakların kıpırdadı, sonra yine uykuya daldın. Gözlerinin arasından bir damla ter yuvarlandı ve akıp gitti. Yanımızda yatan bebek hafifçe inledi. Kapı gıcırdadı. Verandaya çıkıp ağladım." Karının yanına gidip, neden ağladığını sormuştun. Söylemedi, söyleseydi de anlar mıydın? Bu kez, saf saf, "Bu elbise yeni mi Anna?" diye sordun. Zamanlaman muhteşemdi. İlgisizliğine içerleyip ağlayan karına iltifat edeyim derken mayına basmıştın. Tipik dalgın kocaydın. Seyahatlerinin birinden getirdiğini hatırlatmıştı sana. "Sadece kitabını düşünüyorsun. Kitabını yayıncıya verince biraz olsun görüşebilecek miyiz?" diye sitemde bulununca ona şefkatle sarılmıştın. O an karının içinden geçen şuydu: "Keşke bu anı durdurabilseydim. Uçup gitmesin diye, kelebek gibi iğneleyebilseydim."
Karın şunu da yazmıştı: "Gece sana baktım. Uyuyor musun, uyumuyor musun, anlamadım. Düşüncelerinden korktum. Sessizliğine müdahale etmekten korktum... Ben sadece seni seven bir kadınım, Alexander." Senin onu sevmemenden korkuyordu. Sessizliğinden. Hayalhanene dalıp gitmelerinden. Onun yanındayken, onun yanında olmamandan. Ancak sana yazdıkça seninle konuşabildiğini hissediyordu Alexander. Sana yakın olmasına karşı koyduğunu düşünüyordu. En çok da, onu senin dünyanı tehdit ediyor gibi algılamandan korkuyordu. O güne, deniz kenarında karının bu mektubu yazdığı, kızının isminin koyulduğu güne gidip geldin film (Sonsuzluk ve Bir Gün) boyu.
Karının bu mektubunu kaç yüz kere okudun Alexander? Yazının değeri bu işte. Biliyor musun, ben de bazen terapilerimde bana hikâyelerini anlatan insanlardan babalarına, annelerine, kızlarına, oğullarına mektup yazmalarını isterim. Benim de yazdığım bir mektup var. Ama daha vermedim.
Kızın, kocasının evde hayvan istemediğini söyledi. Ölmeden önce ona bir yuva bulman lazım. Hastaneye yatmadan önceki şu birkaç güne daha neler sığacak bakalım?
Cevabı her seferinde aynıydı: Yaşlandıkça unutmaya başlıyorsun!Sen benden büyüksün. Asıl sen unutuyorsun.Her yeni işe koyulurken bu diyalog tekrarlanırdı. Sonsuzluk ve Bir Günün senaryosunu konuşmak için buluştuğumuzda ona Bak, artık tartışmalarımıza bir son vereceğim. İlerde kafadan sallamaman için bu sefer günlük tutacağım dedim.Bana cevap vermedi, ama belli ki fikir hoşuna gitmişti, çünkü her mesaimizin ardından Günlüğe yazmayı unutma! diyordu. Yahu bu benim fikrimdi. Şimdi bana akıl verme diye isyan ediyordum sürekli.İşte elinizde tuttuğunuz bu günlüğün hikâyesi bundan ibarettir demek isterdim. Ama bu kadar değil; bu günlük, aynı kuşağa mensup, aynı siyasi görüşlere ancak tamamıyla farklı karakter yapılarına sahip iki insanın 40 yıllık dostluğunun ve ilişkisinin tasviridir.
“Dünya seni uğurlayacakken, sen onu uğurluyordun. Giden sendin. Uğurlayan da sen oldun. Teselli edilecek sendin. Teselli eden oldun. Dediğin gibi, her şey çok çabuk oldu.
Tanınmış bir yazardın. Yaşadın, yaşlandın. Hayat boyu daha çok bilmek için ısrar ettin. Şüphenin doğurduğu acıyı gidermek için uğraştın durdun. Şimdi sırada ölüm, senin ölümün var. Ölümün, imrendiğim ölümlerden. Baksana, hikâyen hafızanda yeniden çiçekleniyor. Geçmişinin üzerinden bir kez daha geçiyorsun. Kırmızı kalemle hayatının önemli anlarının altını çiziyorsun. Buna fırsat bulabilmen ne güzel!
Birkaç gün sonra kanser tedavisi için hastaneye yatacaksın Alexander (Bruno Ganz). Yıllarını geçirdiğin evinde son sabahın. Üç yıl sana hizmet etmiş Urania'yla buruk vedalaşman. Deniz kenarında gezintin. Ama esas gezintin geçmişine doğruydu. Hayalhanenin odalarında. Aslında, neyse, devam edeyim. "Tek pişmanlığım Anna oldu." diye düşündün. Sana kalbini vermiş, yıllar önce ölmüş karın Anna. "Gerçekten sadece o mu? Yoksa her şeyi yarım bırakmak mı?" diye sordun kendine. Üzülme Alexander, hepimiz hayatı yarım bırakarak ölürüz. Ölmek, hayatı yarım bırakmaktır.
Arabana bindin. Küçük bir Arnavut çocuk, üstündeki sarı montu nasıl da büyük geliyor. Yunanistan'a kaçak gelmiş. Yüzünden tedirginlik akıyor. Arabanın camlarını silmeye kalktı. Sonra siren sesleri. Onun gibi kaçak çocukların peşine düşen polisler. Onu arabana aldın. Yaşadığı yere kadar götürdün. Halletmen gereken birkaç işin var. Köpeğini bırakabileceğin birini bulmalısın. Aklına kızın geldi. Köpeğinle kızının evine gittin. Karın Anna'nın mektuplarını verdin ona. Bir süreliğine şehirden ayrılacağını söyledin. Kızın "Gidiyor musun, nereye?" diye sordu. Söylemedin. Nereye gidiyorsun Alexander?
Karın öldüğünden beri, Solomos'un "Özgür Tutsak" isimli şiirinin tamamlanmamış üçüncü taslağını tamamlamaya çalışıyordun. Kızın, senin gibi ünlü bir yazarın neden her şeyi bırakıp bitmemiş bir 19. yüzyıl şiirini tamamlamak için uğraştığını hiç anlayamıyordu. "Çalışman nasıl gidiyor?" diye sordu. "Bilmiyorum" diye cevapladın, "Belki kelimeleri bulamıyorumdur." Şiir demek, kelimeler bulmaktı. Hakikati yüklenecek en doğru kelimeleri. Hepimiz, her varlık, sonsuz bir anlam yüklenmiş bir kelime miyiz yoksa? Hayatın ağırlığıyla "kelime olmak" arasında bir irtibat var mı?
Kızından, otuz yıl önce, hani yakın akrabalarınızın da katıldığı onun isim gününde, karının yazdığı mektubu okumasını istedin: "Uyandığımda sen hâlâ uyuyordun. Yanımda yatan sana baktım, nefes alışına. Rüya mı görüyordun Alexander? Elin beni arar gibi uzandı. Göz kapakların kıpırdadı, sonra yine uykuya daldın. Gözlerinin arasından bir damla ter yuvarlandı ve akıp gitti. Yanımızda yatan bebek hafifçe inledi. Kapı gıcırdadı. Verandaya çıkıp ağladım." Karının yanına gidip, neden ağladığını sormuştun. Söylemedi, söyleseydi de anlar mıydın? Bu kez, saf saf, "Bu elbise yeni mi Anna?" diye sordun. Zamanlaman muhteşemdi. İlgisizliğine içerleyip ağlayan karına iltifat edeyim derken mayına basmıştın. Tipik dalgın kocaydın. Seyahatlerinin birinden getirdiğini hatırlatmıştı sana. "Sadece kitabını düşünüyorsun. Kitabını yayıncıya verince biraz olsun görüşebilecek miyiz?" diye sitemde bulununca ona şefkatle sarılmıştın. O an karının içinden geçen şuydu: "Keşke bu anı durdurabilseydim. Uçup gitmesin diye, kelebek gibi iğneleyebilseydim."
Karın şunu da yazmıştı: "Gece sana baktım. Uyuyor musun, uyumuyor musun, anlamadım. Düşüncelerinden korktum. Sessizliğine müdahale etmekten korktum... Ben sadece seni seven bir kadınım, Alexander." Senin onu sevmemenden korkuyordu. Sessizliğinden. Hayalhanene dalıp gitmelerinden. Onun yanındayken, onun yanında olmamandan. Ancak sana yazdıkça seninle konuşabildiğini hissediyordu Alexander. Sana yakın olmasına karşı koyduğunu düşünüyordu. En çok da, onu senin dünyanı tehdit ediyor gibi algılamandan korkuyordu. O güne, deniz kenarında karının bu mektubu yazdığı, kızının isminin koyulduğu güne gidip geldin film (Sonsuzluk ve Bir Gün) boyu.
Karının bu mektubunu kaç yüz kere okudun Alexander? Yazının değeri bu işte. Biliyor musun, ben de bazen terapilerimde bana hikâyelerini anlatan insanlardan babalarına, annelerine, kızlarına, oğullarına mektup yazmalarını isterim. Benim de yazdığım bir mektup var. Ama daha vermedim.
Kızın, kocasının evde hayvan istemediğini söyledi. Ölmeden önce ona bir yuva bulman lazım. Hastaneye yatmadan önceki şu birkaç güne daha neler sığacak bakalım?