Türkiye'nin inşası için izlenen yörüngenin önce Fransız, sonra Alman, akabinde Amerikan ve son zamanlarda da Rusya inhisarında biçimleniminin tezahürleri üzerine çalışmadan ve kıyaslamaya girişmeden (ki bu modellemeler arasındaki çaprazlamaları da dahil ederek) Türkiye'nin yüzyıllık Cumhuriyet paradigmasını idrak etmenin mümkün olmadığını düşünüyoruz. Bu bağlamda bir entelektüel sınıfın ortaya çıkamaması, üniversitelerin yaderkliği, kulluktan yurttaşlığa geçişin yaşanmaması, siyasi partilerin bir kartel tarzında hayatiyetlerini devlet aygıtlarına olan yakınlıklarıyla pekiştirebilmeleri, önder ideolojisinin ve kurtarıcı kahraman mitinin sürekliliği, ordunun uzun bir zaman gölge-parti şeklinde siyasi hayat üzerindeki tahakkümcü konumu ve daha pek çok mesele, Türkiye'de devletin modus operandi'sini kavramamız açısından, ne türden bir Cumhuriyet anlayışıyla toplumsalı kurduğumuz hakkında bir turnusol işlevi görmekte.
Cumhuriyet'in sivil ve askeri seçkinlerinin medenileşme projesi, siyasal-felsefi anlamda sığ olduğu için otoriter, eğreti, biçimci, boğucu bir tarihsel sürece dönüştü. Buna karşı alternatif bir medenileşme tahayyülü ortaya koymaya çabalayan milliyetçi-muhafazakâr seçkinler ise Ziya Gökalp'in Alman modernleşmesinden devşirdiği hars ve medeniyet ayrımını yeniden üretmekten başka bir şey yapamadılar. Milliyetçi-muhafazakâr seçkinlerin Doğunun maneviyatı ile Batının bilimi arasında senteze ulaşma çabaları başarısızlığa mahkûmdu. Bu başarısızlık, esasen Batıdaki ahlaki ve maddi kazanımlar arasındaki organik bağı kavrayamayan bizzat Gökalp'in ikici düşüncesinde dünya medeniyetinin bütüncül bir kavrayışının bulunmamasından kaynaklanıyordu. “Doğudan Batılı, Batıdan Doğulu” olan Türkiye, hâlen Kemalist seçkinlerinin sığ medenileşme tahayyülü ile milliyetçi-muhafazakâr seçkinlerin ikici medenileşme tahayyülü arasında sıkışıp kalmışa benziyor.