Zira yaşamda, doğanın bizim varoluşumuzdan bağımsız bir varlığa sahip olması gibi sakatlığın da bizim öznelliğimiz dışında kendine özgü bir nesnelliğe sahip olduğu açıktır. Böylece sakat birey, kendi deneyimlerini dilin yerleşik kavramları aracılığıyla, kendisine değil herkese ait olan formlar içinde anlatmak zorunda kalmaktadır.
Mutlak olanın sadece görünüşte, gelişmenin belli bir anında, bozulmaya yazgılı bir denge durumunun geçici bir dışa vurumu olduğu görünmektedir. Sürecin bu görünürdeki anını, genel-geçer bir yargıdan, tanım anlamında bir sonuca götürmek çabası, yanılgıyı mutlaklaştırmaktan başka bir anlama gelmez. Sakatı, onların dışında kalan diğer toplum kesimleriyle eşitleme çabası ve bunun da yeni tarzda adlandırılması amacı, verili duruma oranla bir ilerlemeyi temsil etse de, bu ilerleme yine de Marks'ın deyişiyle (eşit haklar mücadelesi) burjuva sınırlar içinde kalacaktır. Ne var ki, elbette toplumsal yaşamın ilerleyen canlılığı içinde, sakat tanımının işaret ettiği toplum kesimleri değişim gösterecek, farklılaşacak, statü kazanacak vb. ancak bu canlılık ve dönüşüm tek bir tanımın sınırları içine sığmayacaktır. Bu sığmama durumu onların sınıflar tablosu içinde hangi yana ait olduklarına göre de farklılıklar gösterecektir. Hatta "emek, yalnızca bir yaşam aracı değil yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre" (Marx, 1989, s. 31) yazılı bir bayrağa sahip olsa bile; ekonomik sermayesini tamamlamış, "sembolik sermaye"sinde de belli bir artışa tanık olmuş "sakat birey", kendini işaret eden bir tanıma gereksinmesi olmasa da, yine de kendini ima eden bir tanımın varlığını sürekli hissedecektir. Zira o koşullarda bile, Einstein'ın, "ön yargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur" yollu öngörüsü yine hükmünü sürdürmeye devam edecektir.
Zira yaşamda, doğanın bizim varoluşumuzdan bağımsız bir varlığa sahip olması gibi sakatlığın da bizim öznelliğimiz dışında kendine özgü bir nesnelliğe sahip olduğu açıktır. Böylece sakat birey, kendi deneyimlerini dilin yerleşik kavramları aracılığıyla, kendisine değil herkese ait olan formlar içinde anlatmak zorunda kalmaktadır.
Mutlak olanın sadece görünüşte, gelişmenin belli bir anında, bozulmaya yazgılı bir denge durumunun geçici bir dışa vurumu olduğu görünmektedir. Sürecin bu görünürdeki anını, genel-geçer bir yargıdan, tanım anlamında bir sonuca götürmek çabası, yanılgıyı mutlaklaştırmaktan başka bir anlama gelmez. Sakatı, onların dışında kalan diğer toplum kesimleriyle eşitleme çabası ve bunun da yeni tarzda adlandırılması amacı, verili duruma oranla bir ilerlemeyi temsil etse de, bu ilerleme yine de Marks'ın deyişiyle (eşit haklar mücadelesi) burjuva sınırlar içinde kalacaktır. Ne var ki, elbette toplumsal yaşamın ilerleyen canlılığı içinde, sakat tanımının işaret ettiği toplum kesimleri değişim gösterecek, farklılaşacak, statü kazanacak vb. ancak bu canlılık ve dönüşüm tek bir tanımın sınırları içine sığmayacaktır. Bu sığmama durumu onların sınıflar tablosu içinde hangi yana ait olduklarına göre de farklılıklar gösterecektir. Hatta "emek, yalnızca bir yaşam aracı değil yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre" (Marx, 1989, s. 31) yazılı bir bayrağa sahip olsa bile; ekonomik sermayesini tamamlamış, "sembolik sermaye"sinde de belli bir artışa tanık olmuş "sakat birey", kendini işaret eden bir tanıma gereksinmesi olmasa da, yine de kendini ima eden bir tanımın varlığını sürekli hissedecektir. Zira o koşullarda bile, Einstein'ın, "ön yargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur" yollu öngörüsü yine hükmünü sürdürmeye devam edecektir.