Halk bilgisi mitolojik zamanlardan mirastır. Toplumların sevinci-hüznü, korkusu-cesareti, öfkesi-sabrı; dünyaya, doğaya ve ötekiye bakışı bu irfan hazinesinin içerisinde saklıdır. Atalar, tecrübe ederek doğruluğuna şüphe götürmez bir şekilde inandıkları her ne varsa kendinden sonra gelenlere aktararak geleneği yaşatmak ve bu yolla kendileri de yaşamak isterler. Öyleyse kişi atalarının mirası ile şekillenerek yeniden atalarına dönüşür ve döngü sürekli tekrar eder. Buna kültür adı verilir ki taşa kazımaktan, resmini yapmaktan ve yazı ile nakletmekten önce var olan en güçlü iletişim aracı ‘söz' ile aktarılır. Anlatımın en doğal aracı olan söz kutsaldır ve ritüel bir tavırdır.
Sözlü anlatım esasına bağlı mitoloji, destan, efsane ve masal türleri ile birlikte ulusun kıymetli kültürünü, inancını ve bilgisini nakleden halk hikâyeleri sonradan ortaya çıkan bir tür olarak diğerlerinden parçalar taşır. Daha çok aşkın hikâyesi olarak âit bulunduğu toplumun nasıl sevdiğini nakleder. Halk hikâyelerinin çoğundan farklı olarak üst sınıftan bir erkek reayadan bir kıza âşık olur ve bu kez sorun zenginlik, güç ya da sınıf değil inançtır. Hikâye, Müslüman bir Türk gencinin Hristiyan bir Ermeni kıza aşkı ile çıktığı yolculuğun öyküsüdür.